Ahmet Tek
Karaman, 1 Nisan 1955 doğumluyum. Dokuz kardeşin sekizincisiyim. Babam Ali Tek çiftçi, annem Zeynep ev hanımıydı . İlkokulu Cumhuriyet, ortaokulu Karaman İmam Hatip’te okudum. Karaman Ticaret ve Karaman Lisesi mezunuyum. AİTİA (Gazi Üniversitesi) Ekonomi Fakültesi’ni bitirdim. Aynı yıllarda Türk Dili ve Edebiyatı Fakültesi’ne devam ettim. İdealim ya sinemacı ya gazeteci olmaktı. Talihime gazetecilik düştü.
Hürriyet gazetesinde mesleğe başladım. Muhabirlik, yurt haberleri müdürlüğü ve idarecilik yaptım. Daha sonra Anadolu Ajansı’nda muhabir, editör, Yurt Haberler Müdürü, Genel Müdür Yardımcısı, Genel Yayın Yönetmeni ve Haber Akademisi Koordinatörü olarak görev aldım.
“Sürekli Basın Kartı” sahibi ve emekliyim.
Milli Güvenlik Akademisi, basın kuruluşlarının düzenlediği etkinlikler, muhabir yetiştirme programları ile Anadolu Ajansı Haber Akademisi’nde “Habercilik” ve “Haber Dili” dersleri verdim. Uluslararası ve ulusal medya eğitim programları ile çalıştaylara katıldım. Recep Tayyip Erdoğan’ın başbakanlığının ilk aylarında basın danışmanı oldum. Bu görevi en kısa süre yapan kişi olarak kayıtlara geçtim.
En büyük tutkum okumak ve gezmek. İlgi alanlarım edebiyat, felsefe, sosyoloji ve ekonomidir. Baykuş sevgim yıllar içinde koleksiyonculuğa evrildi. Çeşitli malzemelerden üretilmiş, dünyanın nerdeyse her ülkesinden topladığım baykuş objelerimin sayısı 4 bin civarındadır. Okumaktan ve gezmekten fırsat buldukça hikâye ve denemeler yazıyorum. Yazılarımın bir bölümü karamandan.com haber sitesi ile Ankara başta olmak üzere çeşitli illerdeki yayın organlarında yayımlanmaktadır.
Ankara’da yaşıyorum ama senenin büyük bölümünü Tekirdağ ve Edirne’de geçiriyorum. Türkiye’yi adım adım gezdim. Seyahat tutkum ve mesleğimin avantajı sayesinde 150’den fazla ülkeyi gördüm. Güneydoğu, Karadeniz, Orta Toroslar ve Trakya bölgesine aşığım. Müzik dinlemeyi, film ve tiyatro izlemeyi, kitap evlerini, müze ve resim sergilerini gezmeyi, yemek yemeyi severim. Gazeteciler Cemiyeti ve Cumhurbaşkanlığı Muhabirleri Derneği üyesiyim. Başkent Ankara Meclisi (BAM) Basın Koordinatörü olarak gönüllü hizmet veriyorum.
Evliyim. Eşim Jülide. Zeynep Esin, Ahmet Akif, Nur Neval, Ali Baki ve Hasan Sadi’nin babasıyım. Kâinat, Hüseyin, Nil ve İpek’in dedesiyim.
Sekiçeşme’nin Çocukları
Her şey rüya gibi; yaşadık mı onca günü, tanıdık mı onca insanı? Daha dün gökkuşağının altından geçmek için çamura bulanmış yollarda, çırpı bacaklarıyla koşmaya çalışan ve hayaller kuran o çocuk ben miyim? Sekiçeşme Mahallesi’nde 18 yaşına kadar geçen çocukluk ve ilk gençlik dönemi... Dünya kadar geniş bahçeli, iki ayrı, iki kanatlı tahta kapılı bir ev. Belediyenin kapıya çaktığı mavi üzerine beyaz “No:43” yazılı teneke parçası.
Bazı şeyler başlangıçtaki haline benzemez. Kuşun yumurtaya, tohumun bitkiye ve çekirdeğin ağaca benzemediği gibi. Ama ben 65 yaşındayım ve çocukluğuma benziyorum.
Yıllar önce yıkılan ve şimdilerde belediyenin otopark olarak kullandırdığı evimizin bahçesinde ağaçlar, güller, nergisler, kasımpatılar, hercai menekşeler, beyaz zambaklar, renk renk çiçekler vardı. Onlara annem bakardı ve her yer çiçek kokardı. Karaman’daki evimizin kuzeye bakan tek penceresi vardı. O pencere, salonumuzda Karadağ’ın zirvesinin yakın çekim panosu gibi dururdu. Nereden ve hangi açıdan bakarsanız, o pencerede görünen yalnızca Karadağ’ın doruğu olurdu. Karlı, dumanlı, daha çok açık doruk...
O zirve babam için meteoroloji istasyonu veya hava durumunu bildiren sunucumuzdu. Babamı hiç yanıltmadı. Rahmetli babam, sabah namazından sonra uyumaz, bir kanepeye oturur ve arada bir pencereden bakar, Karadağ’ın doruğunu bulutlu ve kararmış görürse yüzü güler, rahmet geliyor, derdi. Bu söz hepimiz için mutluluk kaynağıydı. Çiftçiydik ve yağmur bizler için rahmetten başka şey olamazdı.
Köyümüz Kılbasan’dı ve tarlalarımız Karadağ’ın eteklerindeydi. Çiftçi, tohumu toprağa bırakıp, kar ve yağmur için dua eden ve Allah’a güvenen demekti.
Babamı, yaşıtları Dağlı’nın Ali olarak tanırdı. Dağlılığı, Karadağ’dan değil, Orta Toroslar’ın Çetmi adlı bir güzel yöresinden Kılbasan’a gelin gelen babaannem Emine’den mirastı.
Evimizin arkası Kethane Camisi’ydi. Büyük iki çınarın serinliğinde bir de haziresi vardı. Kethane yıllarca viran kaldı. Sonra birileri geldi, içerideki kat kat sıvaları söktü. Rengarenk motifler ve hat yazılarıyla bezeli kalın sıvalar caminin önüne atıldı. Güzelim oymalı ahşaplar parçalandı, yakacak olarak bir köşeye yığıldı. Burası bir vakit biz çocukların oyun alanı oldu. Desenli, çiçekli, hat yazılı sıvalar ayaklarımızın altında toza dönüştü. Yağmur ve kar yağdı, çamur olup zaman tüneline akıp gitti. Eskiyi yok etmeden yenilemenin ne olduğunun bilinmediği yıllardı. Kethane ibadete açıldı. Mevlüt Hoca imam olarak atandı. Ben de Kethane’nin birkaç kişilik cemaatinden biri oldum.
Ressam olsam, çocukluğumun Sekiçeşme Mahallesi’ni çizsem, görenler hayal gücüme verir, abarttığımı düşünür. Kocaman bir meydan, tarihi bir hamam, sağ su akan meydan çeşmesi, un ve bulgur öğütülen bir değirmen, evlerin bahçesine kadar ulaşan çürük su, meydandan geçip Salhane’ye devam eden ve dönem dönem debisi yükselen ırmak. Karaman’ın en çok öğrenciye sahip ilkokulu olan Cumhuriyet, Yunus Emre Ortaokulu, Hoca Mahmut Camisi ve meydanda kızlı erkekli onlarca çocuk. Burası Karaman’ın 1965-1975’lerinden bir mahalle…
Zihnimin ceplerini boşaltıyorum. Vişne çürüğü masamın üzerine bir bir koyuyorum. Ne çok şey çıkıyor; ben bu kadarını beklemiyordum. Masanın üstünde sıcacık, buğday kokan ekmekler görüyorum. Annemin tandırda yaptığı ve komşulara da gönderdiği mayalı ekmekler…
Sonra kokular geçidi başlıyor. Ekmekten sonra sacda külle kavrulan nohut ve kavurga. Tandırda ekmek sonrası küle gömülen patates, patlıcan közlemeleri… Sık sık pişirilen ve bir büyük leğene konulup üstü sumatla örtülen mis kokulu pişiler, çörekler, erişte ve gayganalar… Aşenede nohut, buğday, bulgur, un, tulum peyniri, tereyağı, kavurma, çimen, domates, biber, salça, zeytin kokusu. Aşenenin demirbaşı turşu küpü, pekmez, reçel kavanozları, süzme yoğurt torbası, mevsimine göre elma, kayısı, üzüm, incir, şeftali ve nar. Tavanda asılı kavunlar ve sucuk halkaları. Koca koca bal kabakları… Aşene, adeta Karaman’ın bereketli topraklarının teşhir salonu… Annem onca horantanın hakkından nasıl gelmiş? Babam onca nüfusa nasıl bakmış? Akıl alacak gibi değil. Allah mekânlarını cennet eylesin.
Yoksulluğu ve yoksunluğu bilmeyen çocuklardık. Mahrumiyetimiz bile övüncümüz olabiliyordu. Masanın üstünde, minik çakılar, aşıklar, bilyeler, sigaralar, oltalar, balıklar, bayraklı kâğıt, ikiye bölünmüş simit, balıklı şeker, macun, beyaz yaka, siyah önlük, mavi önlük, şeritli kepler, yamalı futbol topu, yamulmuş bir çift eski spor ayakkabı da yerlerini alıyor.
Masanın üzerindeki ıslaklık ise Dr. Armutlu’nun bahçesindeki havuzdan veya Boklu Bent’in çamurlu suyundan gelmiş olmalı. Mayoyu henüz görmediğimiz yıllar.
Nasıl bir cepmiş, boşalmak bilmiyor. Bu kadar şeyi nasıl almış, nasıl korumuş? Çocukluk ve ilk gençlik aşklarını, gönül fırtınalarını ve kalp acılarını kendime bile itiraftan çekinirken, her şey ne kadar da canlı, sanki dün gibi…
Daha masaya koyamadıklarım arasında mantar tabancası, mantar patlatmak için bükülmüş tel, patlayan top veya bisiklet lastiğine yapışacak yama, yapıştırıcı, gazeteden yapılmış kocaman bir uçurtma, iki avuç arasına sığmayan ip yumağı, közlenmiş, haşlanmış mısır, kuru üzüm, fıstık, ay çekirdeği, saman helva, köpük helva, döner bantlı teypler, çocuk saatinde açılan radyo, elif cüzü, Ku’ran-ı Kerim, Teksas, Tommiks, Red Kit, Türk ve dünya klasikleri, şarkılar var. Cihat Babanlı, Çetin Altanlı Akşam gazetesi, Mehmet Şevket Eygi’nin Bugün gazetesi, Oya Baydar ve İsmail Cem’in de kadrosunda yer aldığı Politika gazetesi. Doğan Kardeş, Milliyet Sanat ve Birikim dergileri ile Hayat Mecmuası. Öykülerden hızla Türk klasiklerine geçiş. Varlık Yayınları’nın açtığı kapıdan Doğu ve Batı klasikleri ile çağdaş Türk ve dünya edebiyatçılarıyla tanıştığım yıllar…
Kardan adam var, çamura bulanmış ayakkabılar var. Bunlar için masada yer yok. Boyumdan büyük bisikleti masaya koyamam ki.
Bana hayat değirmeninde öğütülmemiş bir şey gösterebilir misiniz?
Mahallenin ortasındaki geniş meydan hepimizin gözetim altında tutulduğu yer. İstediğimiz oyunu kurma, geç saatlere kadar koşturmaca, bir çocuk için bulunmaz özgürlük günleri. Her pencerede, kapı önlerinde meydanı gözleyen muhafızlar (!) nöbette. Ama bunların farkında bile değiliz. Ne zaman ağzımızdan kötü bir söz çıktı, muhafızların varlığından o zaman haberdarız.
Zevk almak, mutlu olmak için bir şeyin elimizde olmasına ihtiyacımız yoktu. Hayal edip, mutlu olan çocuklardandık. Cennetteydik. Cennetimizin güzelliğini hiçbir şey bozmuyordu.
İlkokulu 67 kişilik bir sınıfta okudum. Hepimiz kardeştik. Öğretmenimiz Ahmet Duru. Üzerimde en çok emeği olan insan. 75 yaşlarında filan, Ankara’da Hürriyet gazetesinin Kuğulu Park yakınındaki Ankara Temsilciliği binasında beni ziyaret edip gözlerimden öpen baba adam. Vefatından kısa süre önce Konya’daki evinde ziyaret ettiğimde, “Aç şu dolabı, al şu defteri” diyerek, çıkardığım hatıra defterinin kilidini minik anahtarcıkla açtıran ve kendi yazdıklarımı sesli okutan bir güzel insan. İlkokul beşte imzaladığım deftere “yazar olmak istiyorum” yazmışım. Sınıf arkadaşlarımın neler yazdığını merak etmiş ama utanıp başka sayfalara göz atmadan, defteri kilitleyip aldığım yere koymuştum.
Sonra bahçesi olmayan okullar dönemi; dört yıl İmam Hatip, üç yıl Ticaret Lisesi. Çok iyi arkadaşlarım oldu. Necati Yeniel, Cafer Özkan ve Ahmet Özer gibi çok iyi hocalarım da oldu. Ticaret Lisesi binası, okul olarak hizmete girmeden önce, Tekel’in üzüm deposuydu. Diplomalarımızı alıncaya kadar ekşi üzüm kokusu bizi bırakmadı. Hocalarımdan Hüseyin Çetin, Jale Yalçıntaş, Yıldız Kabadayı, Abdulkadir Aydın, Musa Duygu, Ömer Mavili, Şıhali Yalçıner ve Şahin Yıldız’ı daha çok sevdim.
Küçücük vitrini olan ve o vitrinde kitaplar bulunan iki yeri unutmam. Biri Çocuk Esirgeme Kurumu’nun birkaç kitap koyduğu Eski Sinema karşısındaki küçük vitrin, diğeri Tartan Kitabevi’nin Nobel ödüllü kitaplarla süslü vitrini. 10-15 yaş aralığındaki burnumu dayayıp kitaplara baktığım iki vitrin... Okuma serüvenimin iki güzide mabedi; Çocuk ve Halk kütüphaneleri… Aktekke yakınındaki Mehmet Bey Parkı, karşısındaki Halk Kütüphanesi ve açılışından Ankara’ya gidinceye kadar başkanlığını yaptığım Milli Türk Talebe Birliği unutamadığım mekânlarım. Mehmet Bey Parkı’nda sohbet halkası kuran değerli hocam Mahmut Toptaşlı günler. Bir de rahmetli Sami Mangırcı’nın Saray Kitabevi ve Birtat Pastanesi.
İmam Hatip öğrencisi iken “Hitabet” dersimiz vardı. Uygulamalı dersti. Bir cuma hutbesi hazırlamak ve o hutbeyi okulun belirlediği camide okumak gerekirdi. Benim hutbe okuyacağım ve cuma namazı kıldıracağım cami Şabaniye oldu.
Necati Yeniel Hocam gözlemciydi. Her şey ayarlanmıştı ama gözden kaçan bir nokta olmuştu. Camiye girdik, bizi Şabaniye’nin imamı İhsan Hoca karşıladı. Henüz 14-15 yaşındayım, boyum 165 civarında olmalı. İhsan Hoca Karaman’ın en uzunlarından, iki metreye yakın boyu var. Cübbesini giydirdi, sarığını başıma geçirdi. Bir ucu yerlerde sürünen cübbenin içinde kayboldum. Sarık bol geldi, kulaklarım içinde kaldı, kaşlarıma kadar indi. Minbere güçlükle çıktım, cübbenin eteğine basıversem, basamaklardan yuvarlanacağım. Ben bir basamak yukarıya çıkarken cübbenin yarısı alttaki basamakta kalıyordu. Hutbeye başlarken ellerimi cübbenin içinden çıkarmak için ter döktüm. Hutbe bittikten sonra inerken daha büyük sıkıntı çektim. Namaza başlarken tekbir almam, ellerimi bağlamam, rükû ve secdeye varmam işkence olmuştu.
Karaman’dan ve mahallemden 1975’te, Ankara’ya gitmek üzere ayrıldım. Sonra hem mahalleyi hem dünyayı terk edenler dönemi başladı. Babam, abilerim Bayram, Hüseyin ve Bekir peş peşe gitti. Mahalle arkadaşlarım ve yaşıtlarım Atilla Taşkın, Hüseyin Avni Yılmaz, Ahmet Atıl, Macar Ali (Ekmekçioğlu), Zeki (?) İrfan Yılmaz, Sabit ve Şuayip Atıl abiler,
“Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan
Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan”
geçtiler. Okul arkadaşlarım, Meryem Emre, Hasan Ali Sarıkaya, Hasan Hüseyin Korkmaz, Kenan Onat, Mehmet Kazancı, Doğan Akşen, Osman Varlı, Ali Galip Tartan Yazan, İbrahim Aksoy, Zeynel Erdal, Sıtkı Çalışkan, Süleyman Küçüker, İbrahim Barçın, Feyyaz Atalay, Muhittin Tartan, Tayyar Yıldız, Hidayet Devranoğlu, Hakkı Altınbaş, Kâmil Renklidere, İsmail Özsoy ve daha niceleri beyaz atlara binip gittiler. Bunlar hayat değirmeninde erken öğütülenler oldu.
Damıtılmış her şey güzeldir, lezzetlidir. Anılarımız da yaşadığımız hayatın damıtılmış halidir. Biz, toprak damlı evlerde büyüyen son kuşak ve ekmek kokusuna vurgun çocuklarız.
Gökkuşağının altından nasıl da geçemedik? Başımda, toprak damlı evimizin akmaması için çağrılan işçi çalışırken, damdan bahçeye fırlatılan bir küreğin sebep olduğu kazanın yedi dikişlik izini taşıyorum. İlkokul üçüncü sınıftım ve ölümden dönmüştüm. Dikiş izlerinden kalan hilâli hâlâ başımda taşırken toprak damlı evimizi nasıl unuturum? Toprak damlı evimizden bana kalan somut tek hatıra da başımdaki yara izi ve burnumdaki kırıktır. Dedim ya, Karaman ağzıyla söylemek gerekirse “koca herif oldum” ama ben, sanki hâlâ çocukluğumdaki ben...
Özlüyorum o günleri; annemi, babamı ve kalabalık ailemi. Evimizin huzurlu ortamını, misafiri eksik olmayan salonumuzu, burnumun kırıldığı, başımın yarıldığı şirin bahçemizi, çiçekleri, ıslak kayrak taşlarını, sakız beyazı badana yapılmış odaları, her fanatik grubun her gece kendi sloganlarını yazdığı bahçemizin uzun duvarını... Annemin bıkmadan, usanmadan, söylenmeden o sloganları kapatmak için sıva karıp, badana yaptığı günleri… Evimizden eksik olmayan kedilerimizi, kumruları, Kethane çınarlarının serinliğini…
Özlüyorum o günleri; çocukluk ve gençlik dönemi arkadaşlarımı, masamın üzerine koyduğum eşyaları, kokuları, öğretmenlerimi, gezip dolaştığımız sokakları, oturup saatlerce konuştuğumuz mekânları...
İdeallerimin, umutlarımın ve hayallerimin zirvede olduğu 18 yaşlarımda, göklerden önüme bir boş defter inseydi, “Ey kulum, ne istiyorsan yaz. Sana her istediğini vereceğim” diye bir ses duysaydım ve bu gerçek olsaydı; o deftere yazdıklarım, Allah’ın bana sundukları ve yaşadıklarımın yanında iğne ucu kadar kalırdı.
Hayat, umutlarımızdan ve hayallerimizden daha cömertmiş. Hayat, biz planlar yaparken başımızdan geçen şeylermiş.
Friedrich Nietzsche'nin “amor fati” dediği "Kaderini sev, belki de seninki en iyisidir." sözüne hep inandım. Bu yaşımda geriye dönüp bakıyorum ve “İyi ki kaderimi sevmişim. Sevmeye devam edeceğim” diyorum.
İnsan yaşlanırken de çocukluğuna ve gençliğine dönebilen bir varlık. “Dün dünde kaldı cancağızım. Bugün yeni şeyler söylemek lazım.”
Tozlu, çamurlu bir ilçeden pırıl pırıl bir ile dönüşmek, 30 binden 300 bin nüfusa ulaşmak, onlarca fabrikaya, yüzden fazla okula ve üniversiteye sahip olmak az şey mi?
Toprak damlı evler artık köylerde bile yok. Ama geçmiş özleniyor ve kişi doğup büyüdüğü toprağı, bağrında yetiştiği şehri unutmuyor. Bir de “hafıza-i beşer nisyan ile malûldur” demişler.
Ankara’da üniversite yıllarımda Emek Mahallesi’ndeki evimize gelip gidenlerin sayısını da birçok kişinin isimlerini de unuttum. Ali Kemal Boynukalın, Tayyar Yıldız (Yedi Cüceler’in Neşelisi), Ramazan Demirkol, Ahmet Cicibıyık, Ahmet Çelik, Ömer Üre, Mehmet Yılmaz Başer, Doğan Naci Başer, Mustafa Abacı, Ramazan Ünal, Mustafa Türkmen, Dindar Dilbaz ve Ramazan Divleli ile ev arkadaşlıklarımız oldu. Evimiz, bir öğrenci evi olmaktan ziyade, bir dergâh gibiydi. Karamanlı akranlarımızdan, Ankara’da yaşayıp evimize uğramayan çok az kişi vardı. Onların da büyük bölümü siyaseten fanatik olanlardı.
Mazi, hatırladığımız şeylerdir. Dostlarımız ise zamanın, mekânın ve imkânın kör kuyusuna düşmeyenlerden geri kalanlardır.
Karaman, annemin, babamın, abilerimin ve yakınlarımın mezarlarının bulunduğu yerdir. Ramazan günlerimin serin akşamlarıdır. Tadına doyamadığım kavunlardır. Tam yağlı koyun yoğurdudur, tulum peyniridir.
Karaman, Aktekke’dir, İmaret’tir, Yunus Emre’dir, Hatuniye Medresesi’dir, Hoca Mahmut’tur, İsmetpaşa’dır, İstasyon Caddesi’dir, İstasyon Parkı’dır.
Karaman kaldırımsız şehirdir, kaldırımları esnaf tarafından işgale uğramış şehirdir. Bisiklet yolu bile olmayan bir bisiklet şehridir. Karaman, kültür ve kent dergisi çıkaramayan, üniversitesinin kıymetini henüz fark edemeyen şehirdir.
Karaman, önce toprak, sonra buğday, bulgur, bisküvi ve elma kokar. Rahmani kokuların diyarıdır. Karaman, sırdaştır, çocukluğumun gizli hazinelerini muhafaza eder. İnsanoğlunun doğasında vardır; doğduğu yeri sever, çocukluğunun yemeklerini özler, mazisini hafızasında renklendirir. İlk yuvamızın kokusunu unutmayız. Havasına, suyuna, eşimize, dostumuza hasretimiz bitmez. Böyle hissetmemiz, fıtratımızdandır. Bir dikili ağacımın bile olmadığı Karaman’ı bir şeref madalyonu gibi kalbimde taşıyorum.
Ankara Karamanlılar Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği ile KAREV’in hem kuruluşlarında hem yönetimlerinde görev aldım.
Rahmetli abim Hüseyin Tek’in anısına, Karaman’da iki kez foto safari düzenledim. Türkiye’nin ünlü foto muhabirleri ve fotoğraf sanatçılarından 43 kişi, Karaman’ı adım adım gezerek, binlerce kare fotoğraf çektiler. Foto Safari’nin ilkine Vali Hakkı Teke, ikincisine Vali Ali Akan ev sahipliği yaptı.
Karaman’ın Koyunu ve KAREV dergilerinin yayımına katkı sağladım. Anadolu Ajansı’nda yöneticilik yaptığım dönemde, Karaman’ı profesyonel gözle izleyip fotoğraf çekmeleri için iki kez iki foto muhabiri görevlendirdim ve Karaman’ın görsel güzelliklerinin Türkiye’nin tanımasına vesile oldum.
Karaman’da yaşamamakla birlikte üç-dört yıldır Karaman üzerine en çok yazı yazan kişi oldum diyebilirim.
Yorumlar
Yorum Gönder