Mehmet Asilyılmaz
5 Mart 1938 yılında Karaman’ın kazımkarabekir ilçesinde doğdum. İlk ve orta öğrenimimi sırasıyla Kazımkarabekir, Ereğli ve Konya’da tamam- ladım. 1962 yılında Ege Üniversitesi, Ziraat Fakültesi, Bitki Sağlığı Bölümü’nden mezun oldum. Karalgazili Abdullah Onbaşının Oğlu Caferin Memed, Kuzu Çobanı Memed, Orta Mektepli Memed, Köylü Memed, Mühendis Memed, Sakıncalı Ziraat Yüksek Mühendisi Mehmet, Rutgersli Mehmet, Bekçi Türk Memed Türkiye’de, İlk Virüs Profesörü Mehmet, Çimontocu Memed, Şair ve Yazar Mehmet.
Yukarıda okuduğunuz isimler bana doğduğum günden bugüne kadar verilen lakaplarımdır. Bu isimlerin nasıl verildiğini özgeçmişim içerisinde elimden geldiği kadar sizlere anlatmaya çalışacağım . Büyükbabama Osmanlı Padişahı Abdülhamit’in koruma görevini yürüttüğü için bir Osmanlı Paşası tarafından onbaşı rütbesi verilmiş. Bu yüzden lakabımız “Onbaşılar” olmuş. Babamızın adı Cafer olduğu için “Caferin Memed” diye tanınmaya başladım. Anam, Gaferiyat (Kazımkarabekir) kasabasından din âlimi Gözel Hocanın kızı Zarife hanımdır. Babaannemin dediğine göre, Kazımkarabekir Paşa Kadılar sülalesinden bizim de akrabamızmış.
İlkokul eğitimime 1944 yılında köyden gelmiş olduğumuz şimdiki Kazımkarabekir ilçesinde başladım. Bu dönemde ilk öğretmenim Eğitmen İbrahim Uluğ, ikinci öğretmenim İbrahim Ergenekon’du. Her ikisi de bizleri çok döverdi. Bu yüzden ben hiçbir gün okuluma isteyerek ve severek gitmedim. Fakat iyi ve güzel şiirler okuduğum için okulumun müdavim şiir okuyan öğrencilerden birisi olarak kürsüye çıkarılırdım. 1949 yılının Mayıs ayında ilkokulu bitirerek diplomalarımızı başöğretmenimizin elinden aldık. Ben işte o günü okuma-yazmayı, hesap yapmayı biliyorum, artık bundan sonra okula gitmeme gerek kalmayacak diye düşündüğüm ve hayatımın da en mutlu anlarından biri olarak hatırlıyorum. Sanki gökyüzünde özgürce süzülen kara kartallardan birisi de benmişim gibi geldi bana. Diplomamı alınca, başöğretmenin elini bile öpmeden, koşar adım geldiğim okul kapısından çıkar çıkmaz, ihtiyacım olmayacağını düşünerek, diplomamla birlikte, ders kitaplarımı, defterlerimi, gri renkli önlüğümü, çaput çantamı ve kunduramı sokağın bir kenarına fırlatıverdim. Sevincimden, ilkokulu bitirdiğimi, beni büyüten, okutan ve kahrımı çeken büyükanneme bile söylemeden, yalın ayak köyümüzün yolunu tuttum. Öylesine sevinç dolu, öylesine coşkuluydum ki, görenler ilkokulu değil de üniversiteyi birincilikle bitirdiğimi sanırdı.
Eve varınca ilk önce babama ve anneme okuldan mezun olduğumu söyledim. Ardından köpeğimi bulup yüzünden, ahıra gidip kara eşeğimin koca gözlerinden öptüm. Ertesi gün de şafak vakti, aylarca hasretini çektiğim kuzularımızı otlatmaya götürdüm. Artık ben Çoban Memed’im. Bu arada köyümüzün camisine yeni bir hoca atandı. Bunu annemden öğrendim. Bana söylemesinin nedeni ise açılan Kuran kursuna göndermek istemesiymiş. Pek gönüllü olmasam da yapacak başka işim olmadığından kabul ettim. Zaten köydeki yaşıtım olan tüm çocuklar gidiyordu. Oyun oynayacak arkadaş kalmayacağı için onların arasına ben de katıldım. Ancak, Kuran kursu hocası askerliğini yapıp, evli biri olmasına karşın çocuk görünümlü biriydi. Bazen eşiyle birlikte cami bahçesinde birbirlerine tasla su serpip, eğleniyorlardı. Bazen de eşine hava atmak için bizi cami avlusunda sıraya dizip, nar çubuğuyla ellerimize vuruyordu. Kurs iyi başlamıştı ama hocanın eşiyle cilveleşmesi ve bize devamlı dayak atması, nihayet kuru meşe sopasıyla dayak yediğimiz bir gün kurstan kaçtım. Evde avuçlarımdaki kızarıklığı anneme gösterip, ben büyükbabam gibi ünlü bir din âlimi olmak istemiyorum. Bundan sonra kursa falan gitmiyorum dedim. Annemden sonra babam da çok ısrar etti ama bir daha Kuran kursuna gitmedim.
Sonbahar yapraklarının döküldüğü günlerin bir sabahı köye gelen dayım “Haydi hazırlan, seni Ereğli’ye okula götüreceğim” dedi. Dayım ve babamdan korkumdan, ben okumak istemiyorum, diyemedim. Boynumu büküp, giyeceklerimi babamın askerlik döneminden kalma tahta bavula yerleştirdim. Sonra da dayımla gideceğim arabaya koydum. Benim yemyeşil umutlarım, bir anda güz gününde yere düşen kuru yaprağa dönüşmüştü. Babam, “Sakın ola ki zırt pırt kaçıp, köye gelme. Hiç kimseye ‘Cafer Yılmaz’ın oğlu okuyamadı’ dedirtmeyeceksin. Eğer okursan, ceketimi dahi satar, seni okuturum, beni mahcup etme” dedi.
Okulumuzun Müdürü kayıt için benden diğer evraklarla birlikte ilkokul diplomamı istedi. Ama ben mezun olduğum gün onu sokağa attığım için tekrar Konya Maarif Müdürlüğünden yenisini alarak kaydımı yaptırdım. Derslerin giderek yoğunlaştığı bir gün tombul yanakları al al olduğu için Domates lakabını taktığımız matematik öğretmenimiz Domates Şadi, beni sözlü sınav için tahtaya kaldırdı. Şadi öğretmen bana, köyden geldiğim ve geç kayıt yaptırdığım için “Memo söyle bakalım, yatay nedir, düşey nedir?” diye sordu. Daha önce hiç böyle bir soruyla karşılaşmadığımdan şaşırdım, dondum kaldım. Yatay nedir, düşey nedir bilmiyordum. Sesim çıkmadı. Hık mık ettim ama tık yok. Başım önümde, öylece bekledim. Bu esnada tüm sınıf arkadaşlarımın da kıkır kıkır gülmesi moralimi bozmuş, gururumu kırmıştı. Teneffüs zilinin çalmasıyla birlikte merdivenleri ikişer üçer atlayarak inerken, Fransızca öğretmenimiz Süha Hanım, üzerimde haki renkli bir mont olduğundan, “Dur bakalım küçük asker, nereye böyle?” deyip, yolumu kesti. Yüzüne baktım, o ara gözlerimden akan yaşlar yanaklarımdan aşağı süzüldü. “Neden ağlıyorsun bakalım?” diyerek, kolumdan tutup, duvar kenarına çekti. Yüzümü iki elinin arasına alıp, yanaklarımdaki gözyaşlarını başparmağıyla sildi. “Seni biri üzmüş galiba. Söyle bakalım kim o?” diye sordu. Sakinleşene kadar öğretmenim yanımda bekledi. Başımı vücuduna yaslayıp, bir anne şefkatiyle sarıldı. Biraz rahatladığımı görünce yeniden sordu; “Seni kim üzdü böyle oğlum?” İç çekişlerim arasında, matematik öğretmenimizin benimle alay ettiğini, arkadaşlarımın da güldüğünü anlattım. “Ben okumak istemiyorum. Köyüme döneceğim” dedim. Süha öğretmenim de çok üzülmüştü. “Olmaz öyle şey. Ben öğretmeninle konuşurum, bir daha yapmaz. Hem zaten onun tayini İstanbul’a çıktı, artık dersinize girmeyecek” dedi.
Sonra elimden tuttu, birlikte merdivenleri çıktık. Az önce ağlayarak ayrıldığım sınıfıma tekrar girdim, sırama oturdum. Öfkem geçmişti, rahatlamıştım.
O günden sonra Süha öğretmenim ne zaman beni görse yanına çağırıp, derslerimi, köyümü, köyümdeki kuzularımı ve köpeğimi sordu. Bana hem bir öğretmen hem de anne gibi davrandı. O beni sevdi, ben de onu çok sevdim. Süha öğretmenin bana destek vermesi, beni okula bağlıyordu ancak ona istediği karşılığı vermede zorlanıyordum. Aslında benim derdim okulla, dersle değildi. Köyümü, annemi, babamı özlüyordum. Kuzucuklarım, köpeğim, koca gözlü eşeğim gözümde tütüyordu. Defalarca kimseye haber vermeden kaçıp, köyüme dönmeyi düşünmüştüm. İlk dönem zor geçti. Karnemde yedi zayıf vardı. Bu yüzden tatil için köye gidince karnemi dayımlarda unuttuğumu söyledim. O yıllarda köyde benden başka ortaokula giden kimse de yoktu. Bu yüzden midir nedir, bilmiyorum ama hem arkadaşlarım hem de köyün diğer insanları bana daha sevecen davranıyordu. Bana “Orta Mektep Mezunu Memed” diyorlardı. O güne kadar hiç tatmadığım bir duyguydu bu. Gururum okşanmıştı ve ikinci dönem daha fazla ders çalışmaya karar verdim.
Hayatımdaki her şeyi borçlu olduğumu düşündüğüm Süha öğretmenimi hiçbir zaman unutmadım. Kendisini eşimle birlikte Ereğli’de ziyaret ettiğimde, beni ortaokul öğrencisi gibi yanına oturtup, ellerimi avuçlarının içine aldı ve bana “Oğlum, ortaokuldayken ders çalışmadığın için seni bazen dövmek zorunda kaldım. Kusura bakma. Ama bilmeni isterim ki bunların hepsi senin iyiliğin içindi. Bugün olsa yine aynısını yapardım. Çünkü senin gözünde o pırıltıyı görmeseydim hiç üzerine düşmezdim” dedi.
İçimde okuma isteğini yeşerten Süha öğretmenimin desteğiyle ortaokulu sınıf tekrar etmeden bitirdim, ardından da Konya Lisesi’ni bitirdim. Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nde başlayan üniversite yaşamımda 1962 yılında Ziraat Yüksek Mühendisi olarak mezun oldum. Meslek yaşamıma Diyarbakır Zirai Mücadele Araştırma Enstitüsünde başladım. Bu şehirde çok güzel günlerim geçmişti. Ev sahibim ve komşularım bana “Mühendis Memet” diye hitap ediyorlardı.
İsimlerimden biri olan Sakıncalı Ziraat Yüksek Mühendisi Mehmet lakabı da burada verildi. O zamanki Enstitü Müdürünü gönül işleri ve sahtecilik iddiaları nedeniyle Bakanlığa şikâyet ettim. Bu süreçte ölüm tehditleri haberleri de alınca vatani görevimi yapmak üzere Diyarbakır’dan ayrıldım. Kutsal görevimi tamamlandıktan sonra görev almak üzere Tarım Bakanlığına başvurdum. Personelden sorumlu Genel Müdür Enstitü Müdürünü şikâyet ettiğim için bana “Seni, ‘Sakıncalı Ziraat Yüksek Mühendisi’ olduğun için yevmiyesiz, baremli mühendis olarak tayin edeceğim” dedi. Tayinimi memleketim Konya’ya yaptı ve “İnşallah yeni görev yapacağın yerde akıllı olursun da kimseyi üst makamlara şikâyet etmezsin” dedi. O gün akşam konaklamak için gittiğim Ziraat Mühendisleri Odası misafirhanesinde bir arkadaşın yardımıyla doldurduğum form ile Milli Eğitim Bakanlığının 1416 sayılı yasayla ABD’de doktora bursuna başvurdum. Ertesi gün bakanlıktan tayin emrimi alarak Konya Zirai Mücadele Reisliğinde görevime başladım.
Aynı yıl Aralık ayının sonuna doğru burs sınavını kazandığım haberi geldi. Eşimle birlikte gittiğim ABD’de American Language Institute’de İngilizce lisans öğrenimimi tamamlayarak Amerika’nın seçkin devlet üniversitelerinden birisi olan Rutgers The State Üniversitesinde Plant Biology Departmanında master ve doktora eğitimime başladım. New York‘ta arkadaşlarım beni diğer Mehmetlerden ayırmak için “Rutgersli Mehmet” derlerdi.
Bu arada ABD’de öğrenimimin çok zor geçtiğini ifade etmeliyim. Devletin bana verdiği para günlük 6 dolar civarındaydı. Bazen bu paralar zamanında gelmiyor ve biz de o günlerde aç yatıyor ve aç kalkıyorduk. Eşim, evde komşuların bebeklerine bakıcılık yaparak bütçemize katkı sağlıyor, ben de hafta sonlarında amelelik, hamallık yapmaya başladım. Dersler ve araştırma programım ilerleyince hafta sonları ve tatil günlerinde General Cable Coorperation fabrikasında bekçilik yapma işini buldum. İş yerimde de “Türk Bekçi Memed” diye nam aldım. Bekçilik görevimi Amerika’dan ayrılacağım haftaya kadar sürdürdüm.
Duyduklarımıza göre, o yıllarda Türk öğrencilerinin ABD’de başarı oranı yüzde 7 idi. Ben de bu yüzdenin içerisine girmeyi başardım çok şükür. Bu dönemde eşimle birlikte çok sıkıntılı anlar, günler, haftalar ve hatta aylar yaşadık ama yılmadık. Karşılığında hem mesleki bilgimi hem araştırma hem konuşma yeteneğimi arttırdım hem de kongrelerde araştırmalarımı sundum. Araştırmalarımı sunarken ülkemin adını diğer ülkelere duyurma fırsatını bulabildim. Bunlara ek olarak hem şahsım adına hem de ülkem adına başka önemli kazanımlar da elde ettim. Bunlardan biri bekçilik yaptığım süreçte kazandığım paralarla o kadar çok sayıda mesleki kitaplar satın almıştım ki, Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. İbrahim Karaca bunların karşılığında bana bir Murat 124 araba verebileceğini söyledi. Ama ben hocamın bu teklifini kabul etmeyerek kitaplarımın hepsini bölümün kütüphanesine bağışladım. Yine doktora çalışmalarım süresince Plant Biology Departmanı tarafından başarılı çalışmalarından dolayı “Sigma Ʃ” ödülü verildi.
Yurduma döndükten sonra Çukurova Üniversitesi Ziraat Fakültesi Bitki Koruma Bölümü’nde asistan olarak göreve başladım. Fitopatoloji Ana Bilim Dalında 1976 tarihinde Doçent, 1981 yılında da Profesör unvanını kazandım. Çalışmalarım devam ederken, 1979 yılında TÜBİTAK, 1982 yılında da NATO Araştırma burslarını kazanarak İngiltere ve ABD’de konumla ilgili araştırmalar yaptım. Ayrıca emekli oluncaya kadar geçen hizmet yılları sürecinde Avrupa Bitki Sebze Virüs Hastalıklarının Türkiye Koordinatörlüğü, Turunçgiller ve Asma Virüs hastalıklarının da CHİEAM Akdeniz ülkelerinin Türkiye Temsilciliğini yürüttüm. Meslektaşım İtalyan bilim insanı Prof. Dr. G.P. Martelli ile ortak çalışarak dünyada yeni 2 virüs hastalık etmenini saptadık. Türkiye için öğrencileriyle birlikte 30’a yakın virüs hastalıklarını tespit ettim. Ayrıca bitki virüs hastalıklarının tanılanmasında kullanılan “ELİSA ve Moleküler Tanılama Yöntemleri”nin, Türkiye’de ilk kez uygulamaya konulmasında da öncü lider araştırmacı olarak görev yaptım.
Emeklilik döneminde Karaman-Bozdağ yöresinde kurulması öngörülen çimento fabrikasının ‘’Atık ve artıklarının’’ tarım arazilerine, meralara, doğaya ve çevreye vereceği zararların engellenmesinde aktif görevler aldım. Mesleğime saygı ve yetiştiğim bölgeye getireceği olumsuz çevre sorunlarını düşünerek bilimsel raporlar hazırlayarak ve sahaya inerek, protesto hakkımı kullanarak, çevreci insanlarla yaptığımız bu mücadele ve hizmetlerimden dolayı 2008 yılında, Karaman Kültür ve Eğitim Vakfı tarafından bir plaketle ödüllendirildim. O yıllarda halkı aydınlatmak üzere bu konuyu sık sık yerel televizyonlarda anlattığım için yöremizin çocukları bana “Çimentocu Dede” unvanını vermişlerdi.
2009-2010 yılları arasında Kıbrıs European University of Lefke Agricultural Sciences and Techonology Fakültesi’nde görev aldım. Yaptığım bilimsel çalışmalardan dolayı 2012 yılında TMMOB Ziraat Mühendisleri Odasının Bilim Ödülünü aldım.
Akademik yaşamı süresince İngilizce, Türkçe olmak üzere çok sayıda bilimsel makale yayınladım. Ulusal ve uluslararası bilimsel toplantılarda bildiriler sundum. Lisans eğitiminde öğrencilere yönelik 3 adet bitki virüsleri ile ilgili ders notu kitabı ve öğrencisi Dr. İlyas Çiğşar’la birlikte Viroloji isminde kitabım yayımlanmıştır.
Bilimsel çalışmalarım yanında özellikle emeklilik dönemimde tümünün gelirlerini Karaman Kültür ve Eğitim Vakfı’na bağışladığım “Özgürlük Elde Değil” “Oğul Balı” ve “Sevda Yağmuru” isimli üç şiir kitabı, ek olarak “Sonbahar Gülü” “Çan Çiçeği” “Anadolulu Elifin Romanı” ve son olarak “Benim Adım Mehmet” adlı otobiyografimi yayımlayarak da” “Şair ve Yazar Mehmet” oldum.
Halen Adana ve Karaman’da yaşamıma devam ederken “Karamanname” dergisinde ve “Karaman İnternet Gazetesinde” yazılar yazmaya devam etmekteyim.
Evliyim, bir oğlum ve üç torunum vardır.
Sevgi ve saygılarımla
Yorumlar
Yorum Gönder