Ali Eryılmaz
Karaman’da 1945 yılında doğdum. Aladağlı Mustafa Çavuş ve Bucakışlalı Ömer Kahya’nın torunu, bakkal Hüseyin’in oğluyum. İlk orta ve lise öğretimimi Karaman’da tamamladım. Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesinden 1967 yılı Haziran döneminde mezun oldum ve Ermenek’te göreve başladım. Aynı yıl askere gittim ve 1969 da vatani görevimi tamamladım ve Tarım Bakanlığında göreve başladım. Haziran 1970 de Amerika Birleşik Devletleri’ne burslu olarak dil eğitimi, master ve doktora çalışması yapmak üzere gittim ve çalışmalarımı tamamlayarak 1978 yılında döndüm. Mecburi hizmetim dolayısıyla Tarım Bakanlığında göreve başladım. Bakanlıkta 1980 de Daire Başkanı, 1990 da Genel Müdür Yardımcısı, 1992 de Genel Müdür oldum. 1998 yılında emekli oldum ve Ankara da Atılım Üniversitesinde öğretim üyesi olarak çalışmaya başladım. 1989 da doçent, 1998 de profesör oldum. Üniversitede Bölüm Başkanı, Meslek Yüksek Okulu Müdürlüğü, Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdür yardımcılığı ve Üniversiteler arası Kurul üyeliği görevlerini yürüttüm. Daha sonra Kıbrıs’ta Lefke Avrupa Üniversitesinde Dekanlık yaptım. Değişik zamanlarda ulusal ve uluslararası danışmanlık yaptım. Evliyim biri kız biri erkek iki çocuk babasıyım. Tam zamanlı emekliyim!
Karaman Nire, Amerika Nire!
Pek çok eğitimcinin yaptığı gibi ben de öğrencilerimle derslerde zaman zaman konunun dışında, hayatla ilgili konuşurum. Orada çok sık tekrarladığım bir şey vardır, öğrencilerime “hayatta kendi hedefinizi belirleyin. O hedefe ulaşmak için her tür gayreti gösterin o hedefe varacaksınız. Yeter ki önceden hedefi belirleyin. Mesela bakın bana, Tıp Fakültesi’ne girdim, Ziraat Mühendisi çıktım şimdi İktisat Profesörüyüm. Bakın hedefi net belirleyince nasıl hemen varıyorsunuz diye espri yapardım. Ne zaman hayatından bir kesit anlat denilse insanın hayatının bütün evreleri gözünün önünden geçmeye başlıyor ve “orasını mı söyleyeyim burasını mı anlatayım” girdabına giriyor ama ben burada nasıl Karaman’dan Tıp Fakültesi’ne girip sonra İktisat Profesörü olarak emekli olunacağını anlatmak istiyorum.
1962-63 ders yılı, lise son sınıfa gelmişiz. Bir kısım derslerimiz boş geçiyor ya da bazen yedek olarak diş hekimi yedek subay gibi hocalar var. Bizi de tabii üniversite sınavında başarılı olamama korkusu sarmış sınıfça.
Ne yapacağız diye düşünürken daha önce İstanbul Haydarpaşa Lisesi’nden bir yıl önce mezun olmuş Mehmet Pembeci arkadaşımıza dedik ki (o bir yıl önce girmek istediği üniversiteye girememişti bir yıl bekleyip tekrar eğer yanılmıyorsam İTÜ’ye girmek istiyordu.) “Mehmet madem sen ders çalışacaksın. Hazırlan bize ders ver. Böylece hem sen hazırlanmış olursun hem de biz ders görmüş oluruz.” Olur dedi, tamam da nerede, nasıl yapacağız? Cumhuriyet Meydanı’nın orada daha sonra Kore Eczanesi’nin yer aldığı pasaj var sanıyorum Kayseriliğlu pasajı, bu pasaj inşaatı bitmek üzere, sadece kapı cam takılmış. Sıhhi tesisatı, ısıtması yok. Oradaki dükkanlardan biri kimin olduğunu hatırlamıyorum, ayarlandı. “Tamam, siz burada ders çalışabilirsiniz Mehmet size kurs verebilir” denildi. Tek hatırladığım biz orada derslere başladık. Uyduruk bir tahta bulduk oturulacak sandalyeler masalar hazırlandı. Kış günü ısıtma diye bir şey yok dışarısı eksi 10-15 derece, çok soğuk takır takır. Gündüzleri okuldayız akşamları hepimiz başımızda başlıklar elimizde eldivenler oraya gidiyoruz. Bir yıla yakın bir grup arkadaş, 8-10 kişiydik hepsini hatırlamıyorum ama Muhsin Abay (Dr, Ziraat Yüksek Mühendisi), Hüsnü Buğdaycı (Uzman Doktor), Yusuf Ayvat (Uzman Doktor) ve Ahmet Yıldızcı’nın (Prof. Dr.), Mehmet Uysal (Mühendis), Şahabettin Yavuzaslan (Emekli Savcı) olduğunu zannediyorum, bir de ben vardım. Son derece ciddi, dikkatli şekilde çalışmalarımızı sürdürdük. Mehmet Pembeci hiç aksatmadan kursu devam ettirdi ve sene sonuna kadar sınavlara hazırlandık. O zaman Ankara, İstanbul, İzmir’de Üniversitelerin sınavları ayrı ayrı yapılıyordu. İlk sınav İzmir’deydi ve İzmir’e 6 arkadaş Abay, Hüsnü Buğdaycı hatırladıklarım (İnsan bazen bazı şeyleri hatırlamakta zorlanıyor) Bindik otobüse gittik, ben de böylece hayatımda İlk defa deniz gördüm. Fuar zamanıymış. Bizim fuardan falan haberimiz yok. O otele gidiyoruz yer yok, buraya gidiyoruz yer yok. Hatta diyorlar ki “bahçeye yatak atalım yatın” nihayet yatakların depo edildiği ve hiç penceresi olmayan bir yere bize altı kişilik yatak yaptılar öyle kaldık İzmir’de. Böylece İzmir’e sınava gittik hep beraber, sonra Bornova’dan döndük. Biz sınavlara girdik çıktık ama benim kafamda Ankara var. Ben İzmir’e sınav kazanmaya değil de, “test sınavı” diye bir şeyden bahsediyorlar hiç görmemişim, nedir bu “test” dedikleri onu görmeye gittim!!!.. O zamanın Karaman lisesi gibi daha üçüncü mezunu yeni vermiş yerden gelip bu özgüveni nasıl kazanmışız bilmiyorum ama diğer beş tercih yaptım diğer 5 tercihi boş bıraktım! Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Ziraat’in Toprak ve Makina bölümleri, Veterinerlik ve Hacettepe Tıp. Bu beş tercihi yaptım sonuçları bekliyoruz… Sonuçlar belli oldu, Ankara’da gökdelenin karşısındaki büfeden sınav sonuçlarını ek olarak veren bir gazete aldım.
Hızla listeye baktım, ismim yok. Yok, yok. Olamaz! Bir daha baktım. İsim yok! İnanılmaz bir sıkıntı, kâbus, neredeyse bayılacağım. Ne yapacağız? Karaman’a döneceğiz. . İnanılmaz bir panik içindeyim. Bu söylediğim bana yarım saat bir saat gibi geldi ama Ankara’yı bilenler bilir. Otobüse Kızılay’dan binmişim daha Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’ne gelmemişim Sağlık Bakanlığının oradayım! Yahu dedim kendi kendime heyecandan görmemiş olabilirim. Bir daha bakayım, Baktım Ali Eryılmaz! İnanamadım gözlerime… Otobüste yanımdaki yolcuya sordum okur musun diye “Ali Eryılmaz” dedi. Hemen ilk durakta indim. Dünyam değişivermişti, İndiğim yer Dil Tarih Coğrafya Fakültesi. Bilmiyordum meğer orada da listeler asılırmış, ben ta Dışkapı’ya gidecektim listeler için. Listeleri kontrol ettim arkadaşlarımın isimlerini aradım. Böylelikle ben o kış günlerinin, belki eksi onlarda yirmilerde yaptığımız çalışmaların sonucunu aldık ve ben Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesine kayıt yaptırdım. O gruptan arkadaşlarımın çoğu da çok iyi üniversiteleri ve bölümlerini kazandılar. Benim için çok önemliydi. Ankara Tıp Fakültesi’ne kayıt yaptırdım ama öğrendim ki burslar ikinci sene veriliyormuş. Bir sene burssuz okuyacağım, nasıl olacak? Mümkün değil! Aradım taradım dediler ki Kredi Yurtlar Kurumu kredi verir. Gittim oraya biz mart ayında müracaat alıyoruz ancak o zaman çıkar dediler. Dedim bana çıkmaz kesin torpil falan vardır. Arkadaşlarım dedi ki askeri tıbbiyeye git. Düşündüm. Babam hayatımız boyunca bize hiç karışmadı. Biz sadece “geçtik” veya “kaldık” diye sonuç bildirirdik. Ama rahmetli babam bana ve abime dedi ki “nereyi uygun görürseniz orada okuyun ama askeriyeyle ilgili olmasın her zaman üstünüzde size emir veren biri olur” O nedenle askeri tıbbiyeye de gitmek istemiyorum. Babamın tavsiyesi ya… Bu arada dersler başladı ben FKB’de derslere gidiyorum. Laboratuarlar başladı. Sıkışıyorum. Eğer askeri Tıbbiye’nin denizci kısmı varsa oraya girebilirim diye düşünmeye başladım. Herhalde kıyafetleri hoşuma gitmişti! Soruşturdum dediler ki kontenjan doldu havacı ve karacılarda var. Vazgeçtim ondan da ama aramaya devam ediyorum, özel burslar falan. Panik içerisindeyim, kimdi hatırlamıyorum birisi Ziraat Fakültesi’nde burs verildiğinden bahsetti. Soruşturdum, o zamanın Test ve Araştırma Bürosu şimdiki adıyla ÖSYM’si birinci tercihimi asilden kazandığım için başka bir yere yedekten giremeyeceğimi söyledi. Ziraat Fakültesi ve Tıp Fakültesi puanları o zamanlar aşağı yukarı aynı ama ben gidemiyorum yani. Bir başkası ise Ziraat Fakültesi Dekanına gitmemi önerdi.
Ben neden olmasın dedim ve bir şekilde kendimi Ziraat Fakültesi dekanının önünde buldum. Henüz 17 yaşındayım Karaman’dan ilk defa Ankara’ya gelmişim, Ankara’yı İzmir’i hep sınav dolayısıyla görmüşüm. Denizi bile ilk kez liseden mezun olunca sınava gidip görmüşüm. Düşünün Karaman’da yani Akdeniz’den 138 kilometre mesafede yaşıyoruz ama deniz görmemişiz. Ben bir şekilde 17 yaşında o cesareti göstermiş dekan karşısına çıkmışım ama dekan da 17 yaşındaki bu delikanlıyı içeri buyur ediyor, muhatap alıyor. Neyse, dedim ki
- Efendim ben şu puanla tıp fakültesi kazandım ama burs bulamadım, Ziraat Fakültesi’ne geçmek istiyorum.
- Sırf burs için mi?
- Evet efendim eğer burs bulursanız o zaman Tıp Fakültesi’ne devam ederim size de minnettar olurum. O an düşündüm “Sen ne diyorsun Ali? Ziraat Fakültesi Dekanı’nın karşısına geçmişsin Tıp fakültesi” diyorsun
-Efendim, Tıp fakültesi dedim ama Ziraat Fakültesi de ideallerim arasında. Ben Fakültenize geçmek isterim, zaten ikinci, üçüncü tercihlerim de Ankara Ziraat
- Hangi bölüm?.. dedi kafamda bir ışık yandı. Mümkün olabilir!
-Toprak ve Makina
- Onların kontenjanı dolu. İkinci bir ışık. Vaay demek ki imkân var! Evladım, bizim Teknoloji bölümü var, geçmek ister misin?
- Efendim ben Toprak bölümü ne yapar, Makina Bölümü nedir bilmem ki. Abimin sınıf arkadaşı
Osman Nuri Aktaş toprak bölümünde okuyor. Ben tercihleri yaparken ona sordum, o da
“Toprakla Makina yaz” dedi yoksa ben ne Toprak bölümü ne yapar bilirim ne de Makina bölümü mezunlarını bilirim. Sonra dekanın yanından hızla çıktım, bir taraftan seviniyorum, demek ki burs alabileceğim.
Soruşturdum ne iş yapar bu teknoloji mezunu bana “Şarap yapar” dediler.
-Nasıl yani?
-Yani şarap imal eder
Mümkün değil!.. Ben Karaman’dan gelmişim, minareden yeni inmişim!.. Bırak içmeyi şarabı bir de yapıp bunun günahını kefaretini üstleneceğim. Ömrüm karardı. O şarap üreticisi dedikleri gıda teknolojisi bölümüne tekabül ediyormuş. Hem bizim cehaletimiz tabii bir de bize yol gösterenlerin cehaleti. Doğru mu karar veriyorum yanlış mı hayatımın çizgisinin çizildik dönemdeyim yanlış karar verirsem pişman olur muyum gelgitler içindeyim. Etrafa sormaya başladım her kafadan ayrı ses çıkıyor.
Birine soruyorum. “Aman deli misin? Tıp Fakültesi bırakılır m? Bir muayene ücreti kırk elli lira günde on hasta baksan 400-500 lira. Ayda 15bin kazanırsın. Bırakılmaz!” Ötekisi diyor ki “Ne işin var Tıp Fakültesinde. Kalmadan geçsen bile en az altı sene okuyacaksın askerlik ihtisas yaşın gelecek otuza evlenmemişsin çoluk çocuk yok daha kariyerin yeni başlıyor. Bir ziraat mühendisi çıkar çıkmaz 66 lira yevmiye alıyor 2 bin lira aylığı var (o zamanlar kaymakam aylığı 700-800 lirayı geçmiyor) Ne yapacaksın deli misin?”
Neyse ben bu gelgitlerle ertesi gün Ziraat Fakültesi dekanına gittim. Kafam karmakarışık içeri girdim.
- Efendim bana gel demiştiniz
- Evladım geleceği parlak bir bölümümüz var Zirai Ekonomi diye, oraya gitmek ister misin?
- Efendim bursu varsa benim için önemli değil.
Ben olur dedim. Bunun üzerine Dekan Bey, Allah rahmet eylesin, fakülte sekreterine telefon etti: “Hamdi Bey yarın tıp fakültesinden öğrenci size dosyasını getirecek kaydını yapın.” Böylece ben tıp fakültesinden kaydımı sildirdim gözyaşları içinde yürüyerek Dışkapı’ya gittim, bunlar üzüntünün değil bir bilinmeze gitmenin ne olacağını bilmemenin gözyaşlarıydı diye düşünüyorum. Ziraat Fakültesine gittim kaydımı yaptırdım ve 1967 yılının Haziran döneminde sınıfımdan mezun olan iki kişiden birisi olarak Fakülteyi bitirdim ve Ziraat Yüksek Mühendisi oldum. Bugüne kadar da verdiğim kararla ilgili hiç pişmanlık duymadım, kaderimde kısmetimde bu varmış dedim. Burada son bir anektod anlatıp bağlamak istiyorum. Başarılı bir öğrenciyim, bölüm hocalarımdan birisi bölüme asistan olmamı teklif etti. Bende asistanlık, akademik çalışma gibi kavramlar yok, böyle bir örnek yok önümde. Dedim “Hocam şimdi asistanlık sınavları var ama onlara giremem” . O zaman Siyasal Bilgiler’den aldığım derslerin sınavları bitmemiş. “Niye” diye sordu. Dedim ki “Siyasal Bilgiler’den aldıklarımın sonucu belli olmadı. Asistanlık sınavları da önümüzdeki hafta”
- Önemli değil sen sınava gir onun sonucu arkadan gelir.
- Hocam benim lisanım sınava girmek için yeterli değil. (Ortaokul lisede Fransızca okudum)
- Evladım önemli değil ben jüriyle konulurum hallederiz
- Hocam ben mezun olunca hemen işe başlamak istiyorum. (O zaman asistan maaşı ayda 450
500 lira halbuki ben yövmiyeli başlarsam 2 bin para alacağım)
- Efendim ben aileme bakmak zorundayım
- Evladım onun da çaresini buluruz lisan için bizim Goethe İnstitut ile anlaşmamız var lisan için ona göndeririz. Para için ek iş buluruz.
Ben bahaneler uyduruyorum çünkü asistanlık ne bilmiyorum ama burada 500 liraya çalışılır mı diyorum. Ama ne bahane bulsam ısrar ediyor koskoca adam asistanlarını gönderdi beraber çalışalım diye. Utandım tamam dedim. Bunun üzerine hoca bana İngilizce bir kitap verdi “Al bunun içinden bir metni çalış, Pazartesi salı lisan sınavına kadar ezberle gel.” dedi. Çıktım, dolanıyorum. Sıkıntılıyım. Fakülte önünde oturdum açtım kitaba baktım. Tek hatırladığım “the”, “of” gibi bir şeyler yazıyor, anlamıyorum da. Çok canım sıkıldı. Ya hiç bilmediğim şeyden sınava gireceğim olmaz böyle şey vazgeçtim hemen yukarı çıktım geri ama hoca eve gitmiş. Bölümden adresini aldım hocanın, Prof. Dr. Cemil Çalgüner Allah rahmet eylesin, hiç unutmam, Bahçelievler’in orada Beşevler’de evi var. Bindim otobüse gittim. Kapıyı çalıyorum çalıyorum kapı duvar. Hoca jüriyle konulup mahçup düşmesin istiyorum. Mecburen ayrıldım oradan. Pazartesi sabah saat 7 gibi fakülteye gittim ki hoca jüriyle konuşmadan kendisine kararımı ileteyim. Fakülteye bir gittim, hoca odasında.
- Ali hoş geldin ben de erken geldim dedi ki jüriyle konuşayım
- Aman hocam iyi olmuş iyi ki görüşmemişsiniz. Ben hafta sonu düşündüm vazgeçtim özür diliyorum sizden.
- Hocanın gözündeki hayal kırıklığını hiç unutamıyorum. Ve ben böylece sınava girmekten asistan olmaktan vazgeçtim.
- Mezun olunca temmuz ayında Ermenek’e atamam yapıldı ama önce askere gitmek lazımdı.
Yaşım küçüktü daha 21 yaşındaydım, acaba ezilir miyim diye biraz da korkarak Eylül 1967’de askere gittim. Ankara Mamak Muhabere okuluna gittim en küçük bendim 200 kişi arasında. Bölük yaş ortalaması 28’di, 38 yaşında insanlar vardı aramızda. Korkularım zamanla yok oldu tam tersine yaşım avantaj oldu. Bir defasında yedek subay eğitimleri için yürüyüşe gidildi.
Ankara’yı bilen bilir Samsun yolu üzerine Hüseyingazi vardır, orada tam teçhizat yürüdük ama dönene kadar bölükteki 8-10 kişinin ayakları patladı, yürüyemediler ambulanslarla döndüler. Biz döndükten sonra, herhalde yaşı bana yakın kişiler vardı ki, biz top oynamaya başladık. Diğerlerinin gözleri fal taşı gibi siz manyak mısınız, biz ayakta duramıyoruz! diye. Bu da 21 yaşında olmanın avantajıydı. Yedek subay arkadaşlarımın büyük kısmı yurt dışından gelmiş, biri Almanya’da mimar, diğeri Amerika’da kalmış, kimi Hariciye’de görevli, kimi üniversitede doçent idi. Ara verilip kantine gidince biri Der Spiegel okuyor, biri Le Monde okuyor birisi Time Magazine okuyor. Eğitim döneminde zaman zaman akşamları bizi eğitimle ilgili filmler izlemeye sinemaya götürülürdük. Orada bir anda salonda bir hafif gülüşme sesleri geliyor, on saniye sonra alt yazıyı okuyunca salonun kalanı olarak biz de gülüyoruz. Bu bende lisan öğrenme arzusu yarattı. Gıpta ettim onlara, imrendim. Orada dedim ki “bir gün ben de lisan öğreneceğim ve altyazıyı okumadan ben de güleceğim.” Bu bende çok güçlü bir arzu oldu. Kıta görevi için Kilis’te Süngütepe diye bir sınır taburuna gittim. Şu an çatışmaların sürdüğü bir bölgede, bir hudut taburu. Hemen Lingaphone diye bir firmadan, yüklüce bir para vererek İngilizce eğitim seti aldım. Bulunduğum yerde elektrik yoktu, belli saatte çalışan jeneratör vardı. O yüzden pilli bir plak çalar aldım. Biraz çabaladım ama yetmedi. Sonuçta o pikap güzel şarkılar dinlememi ve Türk Sanat Müziği’yle tanışmamı sağladı askerlikte.
Askerlikten sonra Ankara Üniversitesinde daha önce asistan olmayı reddettiğim bölümüme gittim, Allah rahmet eylesin Prof. Fethi Açıl hocamıza kendimi tanıttım.
- Hocam ben 67 mezunu Ali Eryılmaz. Ben asistan olmak istiyorum
- Evladım dil biliyor musun?
- Hocam bilmiyorum ama çabuk öğrenirim.
- Öğrenemezsin.
- Öğrenirim.
- Evladım bak abdestimle duruyorum 40 senedir hocayım lisan biliyorum dersem yalan olur.
Ama sen hevesli görünüyorsun yurtdışı bursları var araştır sen Amerika’ya git. Hem İngilizce öğrenirsin hem de adamların ilmi irfanı bizden ileri, senin için çok iyi olur. Ben bu sınavları nereden öğrenirim diye sordum, Millî Eğitim Bakanlığı’na git dedi. Gittim, hakikaten bir sınav varmış, hemen müracaatları tamamladım iki üç ay içinde de sınavlara girdik. Yanlış hatırlamıyorsam 4 kişilik burs için 25-30 kişi sınava girdik. Sınavı birincilikle kazandım. 5 yıllığına Amerika’ya gidilecek. Gidilecek de… O zamana kadar tek derdimiz sınavı kazanmaktı.
Şimdi bilinmeze gidilecek 5 yıl uzun zaman gidilir mi gidilmez mi? Bir ikilemin içerisindeyim Etrafa sordum, aynen fakülte değiştirirken konuşanlar gibi cevaplar verdiler. Lehinde olanlar
“Bu fırsat kaçar mı yeni bir dünya göreceksin, hayatın değişecek.” Diğerleri diyor ki “Şimdi sen 24 yaşına gelmişsin 5 sene gittin döndün ki o master doktora zaten 5 yılda bitmez. Ne zaman iş bulup ne zaman evleneceksin…” Sınavları kazanıp kafamda kendimi de ikna ettikten sonra Tarım Bakanlığı’ndaki işimden istifa ettim Karaman’a gittim. Aileme haber verdim kazandım diye. Sınava girerken onlardan hiç tepki yoktu. Annemle Ziya Duru’ların evinde Yeni Minare’nin arkasındaki sokaklardan birinde oturuyoruz. Annemin gözleri kırmızı kırmızı, şiş şiş ama hiç ağlamıyor. Soruyorum gözün neden şiş “oğlum çamaşır yıkamışımdır, iş yapmışımdır, yorulmuşumdur” diye bahaneler.
- Anne ağlıyorsan eğer ben gitmem
-Yok oğlum sen bakma anaların gözü yaşlı olur. Bir iki ağlar geçer biz bilmeyiz senin aklın daha iyi eğer senin için ülke için daha iyiyse sen git oraya ana yüreği katlanır, dedi. Israr ediyor ben de Ankara’ya geleceğim seni uğurlayacağım diye. Çok ısrar etti ama anne ne olursun ben de rahat gideyim. Ağlanıp sızlaşacaksak burada ağlaşalım dedim. Abim Zeki Eryılmaz eğer yanılmıyorsam o zamanlar Hadim’de doktor. Benim uçağa binip ayrıldığım saatte tesadüfen Karaman’a gelmiş. Annem benim uçağın kalkma saatini biliyor ya, tam o vakit bayılmış, abim üstüne gelmiş.
Allah rahmet eylesin, annemle ben gittikten sonra mektuplaşıyoruz. O zaman internettir görüntülü aramadır yok tabii. On beş günde bir ayda gidiyor geliyor mektuplar. Annem ben gittikten sonra benim mektuplarımı okuyabilmek ve bana mektup yazabilmek için yetişkinler eğitimine gitmiş ve okuma yazma öğrenmişti. Bunu da vesileyle belirtmek isterim Allah rahmet eylesin nurlar içinde yatsın.
Gitmeden önce sınıf arkadaşımız Yüksel Tan’dan Amerika’da doktora yapan abisi Ayhan Tan’ın (Prof. Dr.) adresini aldım. “Ayhan Abi, ben New York’a geliyorum. Yol iz bilmem, lisanım yok. Yardımcı olur musun? diye bir mektup yazdım. O da bana cevap yazdı “Ali uçuş bilgilerini gönder ben seni havalimanında karşılarım” Amerika’ya varış Ve ben tek kelime İngilizce bilmeden, 1970 yılının 15 Haziranında Amerika’ya hareket ettim. Tek kelime bilmiyorum, günde 6 dolarlık bir bursla New York’a uçuyorum. Yanımda nasıl bulduğunu hatırlamadığım iki kişi daha var onlar da benim fakültemden benden sonra mezun olmuş askerlik yapmamış Çetin Bedestenci (Prof. Dr.) ve Erdal Şekeroğlu (Prof. Dr., rahmetli oldu). Erdal’da da lisan yok, Çetin çat pat biliyor. Biz onun eteğine yapıştık gidiyoruz. Ben rahatım tabii. Oh! Çok şükür Ayhan Abi beni karşılayacak! Gece bir buçuk iki gibi havaalanına indik, ben bakıyorum ama Ayhan abi yok. Camların arkasında karşılamaya gelenlere bakıyorum, öbür arkadaşlarıma anlatıyorum güleç yüzlü yakışıklı film artisti gibi diye tarif ediyorum. Ayhan Abi yok! Biz şok içerisindeyiz., 4-5 milyon nüfuslu bir şehre gelmişiz, lisan yok bir şey yok, saat sabahın ikisi. Fakat uçakta gelirken yanında küçük çocuğu olan bir hanımla tanışıp sohbet etmiştik, o gördü bizi. Baktı bizde bir panik hali var ne oldu diye sordu. Durumu anlatınca Merak etmeyin, dedi. Ben Türkiye’ye tatile gelmiştim. Benim eşim doktor biz burada oturuyoruz, birazdan beni karşılamaya gelecek. Çıkınca ben sizi bir yere yerleştirmeden gitmem. Biz tabii rahatladık. Nihayet gümrüklerden geçtik. Öbür iki arkadaş ve hanımın kocası beni valizlerin başına koyup bir yere gittiler. Sanırım geldiğimiz şirketten telefon etmeye gitmişler Çetin geri geldi dedi ki “Bir baktım çetin bizimle konuşan adamın elinde bir zarf var üzerinde Ali Eryılmaz yazıyor. Allah Allah, adam New York’a gelmeden mektubu gelmiş dedim atladım. Bu bizim dedim. Adam da şaşırdı ne oluyor diye.” Hemen açtım içini. Zarfın üzerine Adım yazıyor, Speaks Turkish Only (Yalnızca Türkçe Konuşur) yazıyor. İçinde Ayhan Abi’den bir not. “Ali uçağınızın kaçta geleceği belli değil tehirli geliyor uzun süre beklemek istemedim. Şu numaraya telefon edin.” Dünyalar bizim oldu. Anlatamam yani şu anda bu anıları anlatırken bile tüylerim diken diken oluyor. Böyle yani uzun yıllar kaybolmuş bir dostumuzu bulmuş gibi hemen telefon ettik Ayhan abiye. Dedi ki çıkın kapının önünden taksiye binin. Şu adresi verin buraya 12 dolar tutar. Ben gelince sizi karşılarım. Ve böylece Amerika maceramın ikinci etabı başladı. Ayhan Abi’nin ev arkadaşı Ahmet Yörükoğlu (Prof Dr, şimdi Kıbrıs’ta) tatildeymiş biz New York’a vardığımızda. O gelene kadar 10 gün kadar bende kalırsın dedi, orada kaldım. Bu vesileyle Ayhan Abi’ye de şükranlarımı sunarım. Gerçekten inanılmaz bir şeydi Dil Okulu Bizimle gelen diğer arkadaş Washington’a gitti ve biz Çetin’le Queens College’da dil öğrenimine başladık. O da emekli profesör şimdi Mersin’de. Çetin aralarında çat pat İngilizce bileniydi ya, seviye tespit sınavından önce bana ders çalıştırmasını istedim ki ikinci kurdan başlayayım derslere. Tamam dedi, çalıştırdı ve ben dil okuluna gerçekten 2. kurdan başladım. Hoca geliyor bir şey söylüyor hiçbir şey anlamıyorum. Ödev veriyormuş meğer haberim yok. Hocaların hepsi Amerikalı, öğrenciler yabancı, Birkaç da Türk öğrenci var ama onlar da ortaokul lisede İngilizce okumuşlar. Ben Karaman Lisesi’nde Fransızca okuduğum için İngilizce sıfır. Başladık, ben o dönemin sınav sonuçlarıyla 2. kurdan 4’e atladım. Sonraki sınavda 4’ten 6’ya atladım ve haziran ayında son derece başarılı şekilde dil okulunu bitirdim. Bu arada da para yetmiyor. 186 dolar bursum var, aklınıza gelen her içinde var evi kirası, yemesi içmesi otobüs parası vs. 1-30 Eylül arası okulda ara var. O arada bir iş bulursam hem 150-200 dolar ek para kazanırım hem de İngilizce pratiği olur diye iş aramaya başladım. Ama ne iş olursa benzin pompacısı olarak çalışmaktan herhangi bir restauranta kadar. Yok, aradık taradık bulamıyoruz. Tam bulamıyoruz ümitsizliğe kapılmak üzereyken, Kolombiyalı Eduardo diye bir sınıf arkadaşım var, o dikkatimi çekti. Altında çok lüks bir Amerikan arabasıyla her gün işe gelir gider. Eduardo’ya onun çalıştığı yerde iş bakar mıyız diye sordum. Yoktur benim orada dedi, sanmam dedi, bilmem dedi pek gönülsüz konuştu. Ben ısrar edince “Parking Lot”da kasiyerim dedi. Ben ne olduğunu bilmiyorum “parking lot”un. Araba park yeriymiş meğer. Ben onu parking lot diye bir restaurant zannediyorum. Cehalet başka bir şey! Ve ben zorlayarak bir form aldım ondan. Görüşmeye gitmeden önce de dedi ki “Burada beni tanıdığını söyleme. Zannetmiyorum sana verileceğini ama gece 12 sabah 8 vardiyesinde belki.” Bense istiyorum ki öğleden sonra 4 gece 12 vardiyasında çalışayım ki öğlen 2.30a kadar okula gideyim.
Zannetmiyorum dedi. Üzerimde 3 kardeşlerin diktiği kruvaze takım kravat mendil La Guardia havalimanına iş başvurusu yapmaya gittim. Eduardo’ya önceden burada mülakat yaparlarsa nasıl anlayıp cevap vereceğimi sormuştum. Burada İngilizceye çok gerek olmaz evet hayır der geçiştirirsin, demişti. Mülakatta iki kişi vardı. Neden geldin? Dediler. Ben sizin restaurantta kasiyer olarak çalışmaya geldim dedim. Hala resturant zannediyorum yani.
1970 yılı Eylül ayının başında park yerinde kasiyer olarak çalışmaya başladım, 220 dolar para kazanıyordum. Sabah 9’da dersim başlıyordu 14.30’da bitiyordu ben hemen bir şey atıştırıp 16.00’da kasa teslim alıyordum. Gece yarısı 12’de kasa teslim edip 12.10 otobüsüne yetişebilirsem yarımda evde oluyordum. Değilse sabah 1.30’da anca eve varabiliyordum. Her sabah saat 6.30da uyanıp iki otobüsle okula gidiyordum. Bu haftalarca aylarca böyle sürdü. Hem lisanım gelişti hem de 186 dolarlık burs çekini beklememe gerek kalmadı. Haziran ayında Doktora için California’ya gittim. Gittiğim zaman banka hesabımda 3 bin dolara yakın para birikmişti hem de son derece iyi bir dil eğitimi almıştım. Bu anıyı da isteyince bir insan muhakkak o istediğini, ama gayret sarf etmek onun için çalışmak kaydı ile, elde edebiliyor onu göstermek için anlattım. Doktora Doktoraya başlamadan önce üç ayrı üniversiteden kabul aldım. Birisi California Üniversitesi Davis kampusu, diğeri Penn State yani Pennsylvania Devlet Üniversitesi diğeri de Cornell Üniversitesi. Dedim ben California’ya gideceğim Amerika’nın doğusunda yaşadım bir de o tarafta yaşayayım. Cornell de California de çok iyi üniversiteler. Şimdi emekli Profesör olan hemşerimiz Mehmet Asil Yılmaz’a sordum.
- Davis’e gideceğim, dedim
- Ali gitme, çok zor. Orada en başarılı öğrencileri alıyorlar. Burada rekabet sistemi var, zorlanırsın.
- Abi gitmişken en iyi yerde yapayım hepsinde aynı eğitimi görmeyecek miyiz?
Bilmiyorum ki Amerika’da doktora nasıl yapılır?
- Bak Penn State’de 100 üzerinden 80 alırsın bayram edersin. California’ya gidersin orada ülkedeki en iyi yüzde birlik mezunları aldıkları için 90 alır ağlarsın çünkü sınıfın ortalaması da 90’dır. O zaman 90 dediğin anca C’ye tekabul eder, yani kötü bir nottur ve sonra bozulursun. Dil okulu çok başarılı geçmiş hep takdirler almışım ya, bende aşırı güven gelişmiş, dinlemedim Mehmet Abi’yi “Yok, yaparım.” dedim gittim. Bana gitmeden önce çok dediler şöyle zor olacak böyle zor olacak. İyidir tamam diyorsun geçiyorsun. Bana bir gün deseler her gün 15-16 saat ders çalışacaksın. Bu 1 hafta 5 ay bir sene değil senelerce gidecek dese ben sadece güler geçerdim. Ama insan zorlandığı zaman, sınırlarını, nelere kadir olduğunu neleri yapabildiğini ancak o zaman görebiliyor.
Mehmet Abi “beni çok hatırlayacaksın” demişti. Bizim Garalgazili Saatçi(!) Memet kulakları çınlasın buradan saygıyla anıyorum. California’ya vardım. Çok iyi dil bildiğimizi zannediyoruz. Davis’e kayıt yaptırdık. Dersler başladı birinci sene hazırlık dersi aldım ikinci sene Doktora dersleri başladı hoca geldi sınıfa anlatıyor. Yanımda Mısırlı bir arkadaşım var. Hiçbir şey anlamadım. Söylediklerini anlamadım konuyu bile anlamadım. Yalnız dersin ortasında Amerikalı bir öğrenci el kaldırdı hocam yazdığınız denklemin sağ tarafındaki işaret artı yerine eksi olmayacak mı dedi. Hoca baktı haklısın teşekkür ederim dedi. Yani sınıftaki öğrenci hocanın hatasını buluyor ben daha ne söylediğini anlamıyorum. Havadan sudan mı bahsediyor ne diyor. Çıktık Muhammed ile. Ben hiçbir şey anlamadım bırakacağım dedi. Dedim ben de anlamadım ama bir şekilde yapacağız. Gerçekten de o dönem o derste ilk sınav yapıldı. Sınıfta en yüksek not alan dört kişiden biri bendim diğeri Muhammed. Yani “zor, oyunu bozar” diye Karaman’ın bir sözü var. Gerçekten işte o zaman anlıyorsunuz ne yapabilirsiniz ne yapamazsınız. Bir yıl lisan okulu, bir yıl hazırlık dersi aldım. Ziraat Fakültesi mezunuyum ekonomi master doktorası yapıyorum! Sınıfımdaki öğrenciler 4 yıl üniversite eğitimi görmüş bu alanda, arkasından master yapmışlar ve kendi anadillerinde eğitim görüyorlar. Ben kaydolurken birinci sene hazırlık çok başarılı geçti diye doğrudan doktoraya başlayabilir miyim diye sordum. Hayır dediler sen master öğrencisi kabul edildin önce master yap. Ama öğrendim ki doktora derslerini verip doktora ön sınavlarını geçersen otomatik olarak master’ı da geçmiş sayılıyormuşum. Ziraat Mühendisiyim, sadece bir yıl istatistik ekonomi dersi vs aldım o haldeyken sınıftakilerle rekabet etmeye çalışıyorum. Şöyle söyleyeyim insan ne kadar hızlı koştuğunu bilemez eğer arkasından onu kovalayan bir köpek varsa işte o zaman gerçekten limitlerini görür. Ben hep kendimi öyle düşünmüştüm California’dayken. Çünkü yapamadan dönersem ailemin neyi var neyi yoksa satsalar benim bursumu ödeyemezdi. Babam kefil olmuştu ben giderken başarısız dönmem halinde 163 bin lira mı ne ödeyecekti. Korkunç bir rakamdı o zamanın parasıyla. Başka bir dünya, inanılmaz bir çalışma dünyası, çok acımasız bir rekabet sistemi içindeydim. Sınavlar yazılı yapılırdı, hoca sınav sorularını dağıtır, okur, sonra sorusu olan var mı der gider. Bir buçuk saat sonra gelirim toplayıp gideceğim der. Sınıfta gözcü falan yok, gerek de yok çünkü notlar göreceli. Sadece 70 aldın 80 aldın değil, sınıfın ortalamasına göre ne aldın o önemli. Yani siz ne kadar düşük alırsanız nispi olarak başkası daha iyi görünecek. Dolayısıyla herkes birbirinin gözünü oyacak kadar rekabet içinde. Bir keresinde çok yakın arkadaşımız, beraber de futbol oynadığımız Amerikalı bir çocuk önümde oturuyor. Bir kelimenin İngilizcesini bilemedim. Herkesin duyacağı şekilde ama hafifçe bunun anlamı ne dedim. Önümdeki diğer Amerikalı çocuk döndü Ali soruları kendin yap dedi. Nevrim döndü dedim ki ne sorduğumu duydun kelimenin anlamını sordum.
Olsun, dedi sınav salonunda fikir alışverişinde bulunmak yasaktır. Çok sinirlendim ama dedim “Ali, sakin ol zarar görürsün sınavdan sonra halledersin.” Sınavdan sonra gittim.
- Steve benim ne sorduğumu duydun değil mi, sorunun anlamını kelimeyi anlamamıştım.
- Evet ama sınavda fikir alışverişi yasak
- Ben sorunun anlamını anlamayacağım dolayısıyla soruya cevap veremeyeceğim. Düşük not alacağım sen de daha iyi görüneceksin öyle mi? Bu insanlık değil, diye bağırdığımı hatırlıyorum. Bir defasında yüksek matematikte 87 aldım sınıf ortalaması 85 miydi neydi. İşte böyle bir ortamda California Üniversitesi’nde Mehmet Asil Yılmaz’ın kulaklarını çok çınlattım. Bu çok zorlu bir maratondu. Acı var mıydı, vardı. Hayal kırıklığı vardı, hasret vardı, gözyaşı vardı, uykusuz geçen geceler, sayısız sınavlardan sonra 7. yılda tezim bitti. Ama bu defa da orada mı kalmalıyım, Türkiye’ye mi dönmeliyim sorusu beynimi kemirmeye başladı. Bir tarafım 7 yıldan sonra adapte olduğum, çalıştığım, başarılı olduğum, iyi imkanların sunulduğu California’da kalmak istiyordu, diğer tarafım aileme, ülkeme, yurduma dönmem gerektiğini söylüyordu.
Okul bittikten sonra iş teklifleri de yapıldı ama ben California’nın dışına gitmem dedim. Amerika’nın doğusunda North Carolina Üniversitesi’nden teklif geldi istemedim. California’dan iş teklifi geldi. O zamana da artık karar vermiştim döneceğim diye ama yine de sürüncemede kaldım tezimin teslimini bir yıl uzattım. Sonuçta 15 Ağustos 1978 yılında ben uçağa bindim ve ülkeye geri döndüm. Doktoramı tamamlamıştım. Ondan sonra tabii bazen kader sizi bir yerlere sürüklüyor. Hayatın akışına bırakıyorsunuz Tarım Bakanlığı’nda çalışmaya başladım. İlk girdiğimde Abim dedi ki Oğlum ne işin var Bürokraside. Bürokraside bir siyasi grupla bağlantın yoksa bir yere gelemezsin. Akademiye geç.
Peki Abi dedim. 1980 yılında daire başkanı olunca gidip Abi ben Daire Başkanı oldum dedim.
“Onlara bilen ve çalışacak adam lazımdır ondan yapmışlardır!” dedi.” 1990 yılında Genel Müdür Yardımcısı oldum yine abime gittim. “Bir hata yapmışlardır!” dedi. Sadece kurumuma ve ülkeme hizmetle uğraştım herhangi bir siyasi gruba dahil olmadım, 92 yılında Genel Müdürlük teklif edildi. Yine abime gittim, bu sefer “Abi ben genel müdür oldum” dedim. O zaman “Senin gibi muhalif bir adam da orada genel müdür olduysa, olabildiyse, bu ülke kolay kolay yıkılmaz. Demek ki hiçbir siyasi gruba yanaşmadan da oluyormuş bunu gösterdin” dedi. Bu arada ben üniversitelerle irtibatı hiç kesmedim; ODTÜ, Gazi Üniversitesi (o zaman İktisadi Ticari ilimler Akademisi) master programı, Hacettepe’de dışarıdan, yarı zamanlı öğretim üyesi olarak derslere girmeye devam ettim. 1989 yılında dışarıdan doçentlik sınavlarına girdim Ekonometri ana bilim dalında doçent oldum. 1997 yılının sonunda Ankara’da Atılım Üniversitesi kurucu öğretim üyesi olmak için teklif aldım ve Bakanlık’taki görevimden kendi isteğimle emekli oldum. 1998 yılında Profesör oldum ve devamında Bölüm Başkanlığı, Üniversiteler Arası Kurul üyeliği, daha sonra Kıbrıs’ta Lefke Avrupa Üniversitesi’nde Dekanlık yaptım. Yani başlangıçta söylediğim gibi hedefini iyi belirlemiş bir kişi olarak Tıp Fakültesine girdim, Ziraat Yüksek Mühendisi olarak mezun oldum, İktisat profesörü olarak da emekli oldum! Burada şunu söylemek isterim, gerçekten yedek subay okulunda o gördüğüm lisan bilen insanların ellerindeki o dergileri gazeteleri okumaları, sinema salonunda bizden önce gülmeleri beni o kadar etkilemişti ki mutlaka dil öğreneceğim demiştim. İyi ki bunu yapmışım, iyi ki Amerika’ya gitmişim. California Üniversitesi gibi bir üniversiteye (1972-78 yılları arasında benim alanımda Amerika’nın bir numaralı üniversitesiydi) iyi ki gitmişim. Sorarlar bana hep, bu bursları, Amerika’ya gitmeyi vs nereden buldun, nasıl buldun diye. Bilmiyorum nasıl bulduğumu ama insan kafasına koyunca dil öğrenmek için Amerika bursunu da buluyor, havaalanındaki parking lot “lokantasını” da buluyor. Benim bizden sonra gelen nesillere, bizden sonra gelen kuşaklara burada söyleyeceğim, eğer bir şeyi çok ama çok candan isterseniz ve o isteği gerçekleştirmek için de aynı şiddetle uğraş verirseniz emin olun ki o şeye erişeceksiniz.
Yorumlar
Yorum Gönder