Mualla Mezhepoğlu


Karaman’lı Mezhepoğlu Ailesi ile İstanbul/Gaziantep’li Barlas Ailesi’nin kızları olarak İstanbul’da 1941 de doğdum.

Orta ve lise öğrenimimi İstanbul/ Arnavutköy Amerikan Kız Koleji ( şimdiki adı Robert Lisesi), yüksek tahsilimi İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde yaptım. 

Meslek hayatıma Robert Kolej (şimdiki adı Boğaziçi Üniversitesi ) İş İdaresi bölümünde  öğretim görevlisi olarak başladım ve emekli olana kadar farklı kuruluşlarda öğretim görevlisi, iktisadi konularda araştırmacı ve yönetici olarak  çalıştım. 

Muhasebenin Yönetime Uygulanması adlı İngilizce’den tercüme ettiğim ve
Dün Takvimde Biter adı ile yazdığım veTürkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından basılan iki kitabım vardır.

Uzun yıllardan beri üyesi olduğum kuruluşlar 

Robert Kolej Mezunlar Derneği, ’61 -

Galatasaray Spor Kulübü, 1969 - ,  Divan üyesi

Bebek  Lioness Kulübü  1978 – 1987, Kurucu üye ve bir dönem  başkanı

Bebek  Aşiyan Lions Kulübü  2005 - 2018 bir dönem  başkanı 

Bebekliler Derneği, 1997 -  , İki dönem başkanı

BEŞER (Beşiktaş Belediyesi ile Erlangen Belediyesi (Almanya )  arasında kurulan bir kardeş şehir derneği , 2005 -  , kurucu üye

İstanbul Karamanlılar Eğitim Vakfı,  2013 - ,  Bağışcı ve üye 

HADİ   TAŞLARI   AYIKLAYALIM

Benden, konusu Karaman olan bir yazı yazmam istendi. Konu çok geniş, üstelik ben  ne tarihçi, ne de sosyoloğum.  Belirli bir ilim üzerinden benden istenen konuyu ele almam bilgimi aşacağından, sadece kendi samimi düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istedim. 

Nerelisin diye sorulduğunda İstanbul'luyum dedim yaşadığım 78 yıl boyunca Doğruydu, 1873 yılı doğumlu anneannem belki onun da annesi, annem ve ben İstanbul’da doğmuş ve bu şehirde yaşamıştık. Annemin babası ise yirmili yaşlarının başında doğduğu Antep’den okumak için ayrılıp, İstanbul’a gelmiş ve bir gönül kırıklığından  dolayı bir daha Antep’e  hiç gitmemiş yani o da nerede ise tüm hayatını hep İstanbul ‘da sürdürmüş.  Babam, Karaman’da doğmuş, ilkokulu orada okumuş, orta ve liseyi Konya’da bitirdikten sonra yüksek eğitimi için İstanbul’a gelmiş ve  hukuk mektebinden bu şehirli  bir sınıf arkadaşı olan, annem, ile evlenip buraya yerleşmiş.  

[Foto eklenecek]

[Atatürk, İstanbul Darülfünu’nu Hukuk Mekebi’nde 15 Aralık 1930. Atatürk’ün solunda görülen öğrenci annem, Meliha Barlas, Atatürk’ün annemle arasında üst sırada oturan öğrenciyse babam, Mezheplerin Rıza’sıdır. Bu fotoğraf Anıtkabir’de Atatürk Devrimleri fotoğraflarının sergilendiği bölümdedir. Büyük önderin, davet edilmesine rağmen müderris kürsüsüne çıkmayıp öğrencilerin arasına geçmesiyle “öğretmene ve bilgiye” duyduğu saygının bir göstergesi olarak ünlenen ve Darülfünun’a ilk ve tek ziyaretini belgeleyen bu fotoğrafın, benim için kişisel bir başka önemi de var tabii. ]


Dolayısı ile kendimi hep İstanbul'lu saydım ama ara ara da babamın Karaman'lı olduğunu söyleyip  ilgi çekmek  için melezim de dedim. 

2016 de hukuki bir meselenin çözümü için 51 yıl aradan sonra Karaman’a gittim. Birinci günden itibaren ve kaldığım üç gün süreyle  istisnasız karşılaştığım herkese, hatta Karaman belediye başkanına  ‘Mezheplerin torunu’ diye tanıştırıldım.  

İlk gece gözümü kırpmadan  gün ışıyıncaya, ovadan gelen sıcak rüzgar serin esmeğe başlayıncaya kadar gökkubbedeki  yıldızlarla konuştum, konuştum, adeta ifade verdim. 

Bu kadar yıl ayrılıktan sonra ben, hâlâ bu yörede kök adımla biliniyor, tanınıyor isem, ben, acaba melez değil, bir Karaman'lı mıydım? Acaba ben onca yıl İstanbul'luyum veya ara ara melezim derken ayıp mı yapmıştım? Yaptıysam bu  ayıbın içinde şimdi kavrulmam mı gerekirdi? Adlarını bilip o güne kadar yüzlerini hiç görmediğim vefa duyguları bu denli derin Karaman'lı tanıdıklara  karşı hissetmeğe başladığım saygı içinde ezilmem mi lâzımdı? 

Yok, yok kendime haksızlık yapmayacaktım.  Tüm hayatı boyunca toplam altı ayı bile Karaman'da geçirmemiş biriydim. Kendime sorduğum soruyu kendim cevapladım; cevabım 'h a y ı r' dı. 

Daha sonra babamı düşünmeğe başladım. Yüksek eğitimi için 1928 de Karaman’dan ilk ayrılanlardanmış.  Veda günü tıpkı inceden inceye başlayıp sonradan bastıran iç sızısı gibi kendisini, hız ala ala Karaman'dan, baba ocağından alıp götüren trenin arkasından istasyonda sallanan ellere bakamamış,  sıla hasreti burnunda nerede ise tüteyazmış bile.  Kendine güveni  çok sağlam  olsa gerek, trenin  istim keserek İstanbul levhasının yanından yavaş yavaş geçerek  son durağa gelmesi onu fazla heyecanlandırmaz. Haydarpaşa Garı’nın merdivenlerinin başında bir süre karşısındaki haşmetli, azametli şehiri seyreder, bir tek  tanıdığı yoktur burada. Vapurla Karaköy’e geçmiş, köprüyü yürüyüp Sirkeci’de bir otele yerleşmiş. Ertesi gün bir tramvaydan inip öbürüne atlayarak İstanbul'u bir baştan bir başa dolaşmış. Bir ertesi sabah İstanbul Darülfünun Hukuk Mektebi'ne kaydını yaptırmış ve aynı gün vakit ikindiye gelmeden fakültenin kütüphanesinde iş bulmuş. “Bu yaşa eriştikten sonra babamdan para almayı ayıp saydım” demişti bana. 

Mesleğini eline alıp İstanbul’a yerleşen babam acaba yıllar içinde ‘ hanım köylü oldu mu ? ’ Cevabım yine 'h a y ı r 'dır. İşlerinden dolayı kolaylıkla İstanbul’dan ayrılamadığı için babaannemin yaşadığı uzun yıllar boyunca  istisnasız her şeker ve kurban bayramlarında annesi ve kardeşlerini görmek ve bu özel günleri onlarla beraber geçirmek için  Karaman’a gitti. Annem  rahatsız olan anneannemi  yalnız bırakamadığı için ne yazık ki biz bu gidişlerinde babama eşlik edemedik.  Ama çocukluk ve gençliğimde annemle ben birkaç kez Karaman’a gittik tabii.  Haydarpaşa’dan bindiğimiz Erzurum – Kars ekspresinin iki gün bir gecenin sonunda bizi  bahçesinde  tavus kuşlarının yelpaze gibi kuyruklarını açarak azametle dolaştığı Karaman tren istasyonuna getirmesi ile girdiğim çok renkli ve bir o kadar da değişik dünyadan öylesine etkilenmişimki  Dün Takvimde Biter  adıyla yazdığım kitapda anlattığım Karaman ile ilgili sayfalar kitabımı basılmaya uygun gören İş Bankası Kültür Yayınları bölümündeki ilgililerce ve kitabımı okuyan birçok kişi tarafından övgüye lâyık  görüldü.  Çocuk gözüyle izlediklerim babamın bana Karaman hakkında anlattıkları ile haliyle  çeşitlenmiş ve zenginleşmişti. 

Babam Karaman'ı sadece hatırlamakla kalmadı, düşündü de.

Babamın çalışarak edindiği birikimi ile bir ev yaptırmaya sıra geldiğinde inşaatın başında  duracak emin biri olarak  bir Karaman'lıyı düşündü tabii.  Gelmesi için haber salınan kişi İstanbul'a eşi ve üç çocuğu ile geldi ve inşaatın çok yakınına geçici olarak yerleşti. Birkaç ay evvel İKEV'de (İstanbul Karamanlılar Eğitim Vakfı) gittiğim bir arap aşı  gününde hoş bir hanım yanıma gelerek “Muallâ abla, ben sizin evin inşaatı için gelen ailenin en küçük çocuğuyum. O zaman beş yaşında ya vardım ya yoktum, denizi ilk defa o zaman görmüştüm” dedi. Birbirimize sarılıverdik.

Bir tanıdığı, bir dostu iş icabı bir yardımcıya ihtiyac duyduğunda babamın ilk aklına gelen dürüstlüğüne inandığı Karaman'dan tanıdığı kimseleri sağlık vermek olmuştur hep. 

Maddi imkânı olmayan Karaman’lı birkaç  gencin İstanbul’a gelmelerine, burada barınmalarına, yüksek tahsil yapmalarına ve mesleklerinde iyi bir noktaya gelmelerinde babamın yegâne güçlü destek olduğunu yakından biliyorum. Babamın vefatından sonra elden geçirdiğim evrakı arasında sakladığı bir Karaman gazetesinde 1967 yılında 2500 nufuslu Larende mahallesinin su dağıtım şebekesini kendisinin yaptırmış olduğu haberini okudum, Karaman orta okulundaki ihtiyacı olan öğrencilere dağıtılmak üzere yıllarca ayakkabı gönderdiğine dair makbuzlara da rastladım. 

Babamın ağzında Karaman'nın bulgurunun tadı adeta mühürlüydü. 1913’de ilkokulu bitirdikten sonra Karaman'dan çıkan babamın babaevinde yediği bulgurun tadını bile yıllar içinde hiç unutmadığını Rıza Duru Bey’in şirket arşivinde bulunan bir mektubun tıpkı kopyasını üç yıl evvel bana vermesi ile öğrendim. Babam 1965’de Ziya Duru Beye yazdığı bir mektup ile evde kullanmak ve komşulara dağıtmak üzere çuvalla bulgur sipariş etmiş.  Bir dostun 54 yıl evvel yazdığı bir sipariş mektubuna önem verilerek hâlâ saklanıyor olması, baba ocağında yenilen aşın tadının onca yıl kaybolmadığı kadar önemli değil mi?

Bunları baba yurdu bilincinin oymak oymak Orta Asya'dan kopup gelmiş hepmizin, derinlerimizde biryerde  yerleşik olduğuna göstermek için yazdım. Karaman, babam için baba yurduydu.

Kimi geçmişi hatırlar, kimi de düşünür.   Oysa geçmişi  hatırlamak kâfi değildir, düşünmek de lâzımdır. 

Geçmişi hatırlamak geçmişteki yaşamda sıkışıp kalmak anlamına gelmemelidir.  

Geçmiş, bir hatıra defteri, bir albüm veya bir sandıktır, kendi süzgecimize göre biriktirdiklerimizdir, asla bir adres değildir, ikametgâh da değildir, zira onlar  değişebilir.

Üyesi olduğum İKEV'in Posta adlı bülteninde Karaman'da yaşanmış buram buram özlem kokan çocukluk, gençlik anılarını okuyorum. Bu denli samimi hasret ifadelerini okudukca hisleniyorum AMA bence, esas yazılıp, çizilecek, üzerinde konuşulacak konular bunların içinden iyi olanları  hatta bazı tadsız şeyleri seçip, onları GELİŞİM yolunda kullanmak üzere yönetmektir.  Geçmişin hafızamızdaki kayıtlarını tabii saklayalım, zaten  bu kayıtlar hiçbir zaman kaybolmaz. Yalnız unutmayalım ki sadece ve sadece eskiyi anan, eski demete yeni bir renk katamayan kendini tekrarlar, tekrarlar durur ve sonunda söner. Yapılması gereken güzel anı sahiplerinin bu hatıralar ile doldurdukları sandıkların kapaklarını sıkı sıkıya kapatmadan, kapatılsa dahi geçmişi unutmadan, pencereye yönelip dışarıya, doğan yeni güne ve onun beraberinde getirdiklerine bakmaktır.

Sürekli geçmişi düşünmek, anmak eylemsizliktir. Geçmişi, geleceğin malzemesi gibi kullanmak lazımdır.  Hatıralardan etkilenerek  yeni davranışlar biçimlendirilmelidir. 

Üç yıl evvel Karaman'a gittiğim zaman ziyaret ettiğim kökten Karamanlı üç beyin çok zengin diye niteleyeceğim kütüphaneleri olduğunu gördüm. Hatta biri kütüphanesinde istediği kitabı kolaylıkla bulabilmesi için bir katalog sistemi kurmaya çalışıyordu. Medeni Yavuzaslan Beyin 90 yaşını geçmiş annesi Cemile Hanım'ın basın kartı vardı. 1950’lerde dedemim evindeki oturma odasında içinde  büyük bir bakır kazan ile birkaç  boş kova ve güğümün bulunduğu çinko kaplı yüklüğün yan duvarındaki nişin raflarında  (sıkıldıkça el attığım  için gayet iyi  hatırlıyorum) halalarımın okuduğu hikâye kitapları ve romanları sırayla dizili dururdu. Bu kitapların hiç değilse bir kısmı Karaman'dan alınmış olmalıydı. Oysa ağırlıklı olarak çocukluğumda gözlemlediğin Karaman'ı kaleme aldığım kitabımın satılması için teklif edeceğim tek bir kitapcı bulamadım 2016 Karaman'ında. Karaman'lı kalemlerden beldenin, örneğin bu önemli eksikliğini veya diğerlerini açığa vuran bir tek cümle rastlamıyorum birkaç yıldır okuduğum İKEV Postası'nda.  Bu yayının  asıl amacının vakıfla ilgili haberleri vermek olduğunu gayet iyi biliyorum ama Karaman hasreti ve hatıralar ile yazılmış yazılarda şehrin aksayan tarafarını fark edip onlara parmak basan satırların da olmasını gözüm arıyor doğrusu. Eksikliklerin olmaması mümkün olmadığına göre bunları görmemekle, yok farz etmekle kayıtsızlığın arkasına saklanıyor olmayalım?  Ama hep biliyoruz ki toplum, ufak veya kalabalık, ne büyüklükte olursa olsun renklerinin, meziyetlerinin bilincinde olup, aynı zamanda kusurlarını fark edip onları düzelterek ayakta kalır.

Toprağının kültürünü, ait olduğu sınıfın ahlak, adet ve rituel ölçülerini akılda tutarak geçmişi dürüstce yeniden okumak lazımdır. Bugünü ve geleceği inşa etmek bu doğru okumak ile ilintilidir. 

Hapishane olarak kullanılan Ermeni kilisesinin  müzeye dönüştürüldüğünü duyunca hem binanın nasıl restore edildiğini hem de içinde sergilenenleri görmek için hemen gittim.  Ancak Karaman onca kültür zenginliğine  sahipken   burada sadece  birkaç suluboya ve yağlı boya tablonun teşhir edildiğini gördüm. Bu Karaman'a, Karaman'lıya yapılmış bir haksızlıktır, bu durumun hiçbir Karaman'lıyı manen doyurmadığı kesindir, tamam ama madalyonun diğer tarafında da bu eksikliği fark edip dikkat çekmeyen Karaman'lının kayıtsızlığı yok mu? 

Doğan kız çocukları için Karaman'lı ailelerin gücü nisbetinde kavak ağaçı dikme adetini doğduğumda Mezhep kızı Muallâ için de dikilmiş olduğundan biliyorum.  Böylesine tabiat dostu bir adetin ben başka bir yerde var olduğunu duymadım. Ne oldu o güzelim ağaç dikme geleneğine?  Biliyorum 'ağaç dikecek boş alan mı kaldı? 'denilecek bana.   Madem böyle yerleşmiş çok önemli bir adetmiz var, hiç olmazsa evin bahçesine bir fidan veya balkondaki bir saksıya çocuklarımız ile birlikte çiçek ekip, 'hadi bakalım bu senin; birlikte büyüyüp kök salıp, filizleneceğin, yaprak yaprak çoğalacağın bu yeşili hep sev, koru ' diyerek onlara bu güzel adeti aşıladık mı?  Yapmış olsaydık Konya Ovası'nın ortasında dillerde dolaşan bir güllük, bir gülistan oluşurdu.  Yıllar yıllar önce trenle Karaman'a yaklaşırken Karaman'nın kavakları ile birkaç kilometre uzaktan tıpkı yeşil bir vaha gibi gözükmesi gibi.

Yeri geldikçe babam bana çocukluğunu anlatırdı; gittiği El Medin mektebini, misafir için pişirilmiş pilav tenceresini ocakdan kaşığı ile kapıp kimsenin arkasından koşup yakalamaması için evin yakınındaki camiin minaresine çıkıp onu orada yemesi gibi. Birlikte gittiğimiz bir plajda anlatmıştı; Karaman'dan İstanbul'a geldiğinde çimmeyi biliyormuş.  Nasıl mı öğrenmiş?

Babam, babaannemin oğulları için amerikan bezinden diktiği iç donlarının hiç yıkanmamışlarından bohçadan  bir tane çekip  arkadaşlarıyla birlikte Değirmenüstü diye bilinen, büyük değirmeni döndüren suyun biriktiği gölümsü bir yere çimmmeğe gidermiş.  Burada hepsi evden kapıp getirdikleri donların bir paçasının ağzını ve belini iple sıkıca boğup bağladıktan sonra diğer paçadan içeriye üfleyerek donları balon gibi şişirirlermiş. Yıkanan kumaş yumuşayacağından onu üfleyerek şişirmek mümkün olmadığı için evden getirilen donların özellikle hiç kullanılmamış ve tabii hiç yıkanmamış olması lâzımmış.  Şişirme işi tamamlanınca donlara sarılıp coşkuyla kendilerini suya bırakırlarmış.  Hikayenin sonunda kallavi bir 'annah' çıkıvermişti ağzımdan

Eminim babamın kuşağından sonra gelen bir iki kuşak daha yüzmeyi böyle öğrenmiştir. İmkânın bu denli kısıtlı olduğu bir ortamda yüzmeyi bu şekilde öğrenebilecek kadar pratik zekaya sahip olanlar  bir rüyayı gerçekleştirmek için, beldede bir kapalı,  hadi olamadı bir açık yüzme havuzu yapılmasını acaba hiç düşündüler mi? Bu iş için başvurulacak kamu görevlisi de belki bu yolla yüzme öğrenmişti.  Sözümü tekrarlıyorum: geçmişi geleceğin malzemesi gibi kullanmak en pratik  yoldur. Evet, düşüncelerimin akılda kalması için yüzme havuzu gibi utopik bir örnek verdiğimin farkındayım hatıralardan etkilenerek  yeni davranışlar biçimlendirmenin en pratik olduğu kadar  en akılcı yol olduğunu belirtmek için özellikle böyle yaptım.

Kendimize yönelteceğimiz soruları onlarca çoğaltabiliriz  tabii.  Tıpkı bu sorular gibi onlara arzu ettiğimiz cevapları veremememizin gerekçelerini de misliyle arttırarak  sıralayabiliriz.  Ancak Hakan Günday'ın “İnsan bir gerekçe makinasıdır. İnsan kadar kendini kandırabilecek hayal gücüne sahip bir yapay zekâyı üretmek hiçbir zaman mümkün olamıyacaktır “sözünü de aklımızdan çıkartmayalım.

Yazının başlarındaki soruma tekrar gelirsem, arap aşının çorbasını severek içen ama bir kaşık dahi hamurundan almayan, callayı sevip, bamya çorbasını ağzına sürmeyen, babamın, kuru ayazın kol gezdiği karakış günlerinde dış kapılarının madeni topuzlarını çıplak elimizle tutamazdık, derisi yapışıverirdi diye anlattığı, tüm erzağın ve çuval çuval unun saklandığı insan boyu tahta ambarların arasında saklambaç oynadığım kayıt damlı,  yakınındaki köşebaşındaki çeşmeden akıp gelen çürük suyun önüne  beş yaşımda elimdeki kürekle çamurdan  duvar yapıp bahçesine yönelttiğim,  babaannemin bana kirman çevirmeyi öğrettiği, bir halamın bana tiftik hırka ördüğü, bir halamın kuruması için tepsi, tepsi  toprak damına kayısı taşıttığı, avludaki teneke depodan akan su ile abdest alan aile büyüklerine peşkir tutmayı öğrendiğim ama bir mevsim süresi boyunca bile içinde yaşamadığım Mezhep dedemin Tapucak Mahalle'sindeki evinin bundan birkaç ay evvel belediyenin bizlere haber vermeden tehlike yaratıyor diye yıktığını öğrendiğim zaman, yıkık dökük olsun keşke içini bir kez daha görebilseydim diye üzüntümden hüngür hüngür ağlayan ben, meğerse essahtan Karaman'lı mıymışım?


Yorumlar