Turgut Uzel


Turgut Uzel 24.1.1941’de Karaman’da doğdu. İlkokul ve ortaokulu Karaman’da, liseyi Ankara’da okudu. Yıldız Teknik Üniversitesi (YTÜ)’nde Jeodezi Fotogrametri Mühendisliği ve İnşaat Mühendisliği Bölümlerinde lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimleri aldı. 

Sırasıyla K.K.K. İstihkam Okulu,  Yıldız Teknik Üniversitesi (YTÜ) İnşaat Fakültesi Jeodezi ve Fotogrametri Mühendisliği Bölümü, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Mimarlık ve Şehir Bölge Planlama Bölümleri, İstanbul Kültür Üniversitesi (İKÜ) İnşaat Mühendisliği ve Mimarlık Bölümleri, Bahçeşehir Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Mimarlık, İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Fen Bilimleri Enstitüsü Geomatik Lisansüstü Programı’nda ve ayrıca Stockholm Kraliyet Teknoloji Enstitüsü, Bonn Üniversitesi ve Berlin Teknik Üniversitesi,  Viyana Teknik Üniversitesi ve Leoben Montan Üniversitesi'nde ve İngiltere'de çeşitli üniversitelerde misafir öğretim üyesi olarak çalıştı.

İstanbul İl İmar Müdür Yardımcısı; YTÜ Rektör Yardımcısı, YTÜ Dergisi Kurucu Başkanı, Fen Bilimleri Enstitüsü Müdürü, Uygulama ve Araştırma Merkezi Kurucu Başkanı, Mühendislik Fakültesi Dekanı, Rektörü; İKÜ Mimarlık Bölümü Başkanı, Fen Bilimleri Enstitüsü Müdürü, İnşaat Mühendisliği Bölümü Başkanı, Rektör Yardımcısı, GEOMER Müdürü olarak yönetim görevlerinde bulundu.

Birçok ulusal ve uluslararası kongre ve konferansın başkanlığını, bilim ve icra kurulu üyeliği, TÜBİTAK ve üniversitelerin araştırma geliştirme projelerinde jüri ve danışmanlık ve birçok ünlü uluslararası dergide bilimsel danışmanlık ve jüri üyeliği yaptı.

Ulusal ve uluslararası düzeyde dergi, kongre, sempozyum ve seminerlerde yayımlanmış 158 makale/bildiri ile 23 kitabı/ders notu ve 15 büyük araştırma geliştirme projesi vardır. 11 yüksek lisans tezi ve 5 doktora çalışması yönetmiştir.

Oymapınar Barajı Deformasyon ve Deplasman Ölçümleri (DSİ); İstanbul Metropoliten Nirengi Ağının İrdelenmesi (İBB), Yumuşak Zeminlere Oturan Dolgu Barajların Analizi (DPT), Marmara ve Boğazlarda Deniz Trafiğinin GPS Uydu Sistemiyle Kontrol Altına Alınması (DPT), MERLİS (Dünya Bankası), Kadıköy Tarihi Çarşısı Depremsellik Analizi (Kadıköy Belediyesi), Ulusal CORS TR Sisteminin Kurulması ve Ulusal Datum Dönüşümü (TÜBİTAK), TAKBİS-III Projesi (TÜBİTAK), Deprem Öncü İşaretleri İzleme ve Değerlendirme İstasyonları Kurulumu (Kalkınma Bakanlığı), Deprem Öncü İşaretleri İzleme ve Değerlendirme Merkezi Kurulumu (Kalkınma Bakanlığı) vb projeler gerçekleştirdi.

Harita Kadastro Mühendisleri Odası, İnşaat Mühendisleri Odası Danışma Kurulu üyesi, Kazak Mühendisler ve Mimarlar Odası, International Society for Photogrammetry and Remote Sensing, Federation International Geometers, European Geosciences Union, Association of the World Universities, Association of the European Universities, Türk Cumhuriyetleri Üniversiteleri Rektörler Birliği ve ayrıca Euro-Club Franko Turc (Paris) onur üyesi, YTÜ Vakfı kurucu üyesi ve başkanı, Kazakistan Mühendis ve Mimarlar Odası üyesi vb birçok vakıf ve dernek üyesidir.

Başbakanlık TKGM bursu, DAAD, Avusturya Federal Bilim ve Teknoloji Bakanlığı ve British Council burslarını kazanmıştır. Avusturya Leoben Montan Üniversitesi Peter von Tunner madalyası, Avusturya Leoben Montan Üniversitesi Alma Mater Leobiensis altın madalyası,1Kazakistan Alma Ata Devlet Mimarlık ve Yapı Akademisi Fahri Profesörlüğü, Türkistan Ahmet Yesevi Üniversitesi Fahri Profesörlüğü, Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü Madalyası, Türk Standardları Enstitüsü Madalyası, Almanya Patrona Baveria Staat MinisterAlfred Dick Madalyası, GKB Harita Genel Komutanlığı 100. Yıl Hizmet Madalyası, Bulgaristan Arhitectura Stroitelstvo Geodezia Universitet Madalyası vb birçok ödülle onurlandırılmıştır.

Bir Fenari Mahalleli

1941 yılında doğdum. İkinci Dünya Savaşı çocuğuyum. Eski   nüfus karnemde, benim için “ekmek ve şeker alındığına” ilişkin kaşeler var. Ortaokul öğrencisi iken yani 1950’lerin ortasında şehrimin nüfusu on üç bin kadardı. Tüm arkadaşlarım gibi ben de elektriği ve suyu olmayan toprak damlı, kamış çelenli bir kerpiç evde büyüdüm. O zamanlar Ziraat Bankası, Hükümet ve Belediye binalarının dışında nerdeyse tüm binalar kerpiçtendi. 40-50 santimetre kalınlığındaki kerpiç duvarlar, evlerimizi yazın daha serin kışın daha sıcak tutardı. Fenari Mahallesi Fenari Sokak 2 numaralı evimiz, U şeklinde birbirine bitişik biri iki diğeri tek katlı iki binadan ibaretti. Ortada hayat dediğimiz içinde bir kayısı ağacı ve bir üzüm asması ile her yıl baharın ilk aylarında kendiliğinden açan mor zambaklar ve patlar bulunan küçük bir bahçesi vardı. Girişteki iki katlı binanın babam tarafından yaptırıldığı; annemin o eve gelin geldiği anlatılırdı. Bu bina bağdadi tarzda inşa edilmişti. Duvarları ince ve çatısı çinko ile kaplı olduğu için kerpiç evin aksine yazın daha sıcak kışın daha soğuk olurdu. Bu nedenle çoğunlukla atadan kalma; tek katlı kerpiç binada oturmayı tercih ederdik. Öteki evi zaman zaman kiraya verirdik. Birkaç zengininki hariç evlerimizde su tesisatı yoktu. Herkes hem içeceği hem de kullanacağı suyu mahalle çeşmelerinden bakır helkelerle sağlardı. Bu görevi üstlenen zavallı ablalarımızın elleri, kışın soğuktan donar, mosmor olurdu. Annelerimiz, yemekleri maltızda pişirirlerdi. Sonra ikide bir sönen pompalı gaz ocağına geçildi.  Akşamları odalarımızı, beş numara olarak tanımlanan gaz yağı lambaları aydınlatırdı. Bir süre sonra Karaman Belediyesi bir elektrik santrali kurdu. Evlere 17-24 saatleri arasında elektrik verilmeye başlandı. Hali vakti yerinde olan birkaç komşumuz evlerine elektrik bağlantısı yaptırdılar. Biz yaptıramadık. Annem, ben üniversite üçüncü sınıfta okurken bitişikteki komşumuzdan bir kaçak elektrik hattı çektirmiş. Şubat tatilinde Karaman’a geldiğimde, hiç olmazsa bir odamızın, akşamları ışıl ışıl olduğunu görünce çok sevinmiştim. 

Annemin ablama ve bana hissettirmemeye gayret ettiği, bazen açlığa varan birçok yokluk ve sıkıntıya rağmen çocukluğumu, mahallemizdeki Eski Pazar denilen etrafı dört duvarla çevrili korunaklı alanda, arkadaşlarımla sabahtan akşama kadar oynayarak doya doya yaşadım. O zamanlar en büyük derdim, oyunun en tatlı anında ablamın beni almaya gelmesiydi. 

Kişiliğim, büyük oranda çocukken şekillendi. Bunda ailem ve yakın çevrem, iki asal etken oldu. Bir salkım üzümü arkadaşlarımızla paylaştığımız, oyunların kurallarına göre mertçe oynandığı, kardeşlik duygusu içerisinde yetiştiğimiz o günleri daima mutluluk duygularıyla anımsarım. Sokakta ve oyun yerinde bizi gözeten, koruyan ve kollayan; ailelerimiz tarafından mutlak otoriteyle donatılmış ağabeylerimiz vardı. Bunlardan, çalışma hayatı başarılarla dolu; Sayıştay Denetçiliğinden başlayıp YÖK Denetçiliğine kadar uzanan Keramettin Ünsay, anlatmaya gayret ettiğim yaşam koşullarımızı, gürül gürül sesiyle güzelleştirerek ve özetleyerek “biz toprak damlı evlerde büyüdük arkadaş” diye övünerek açıklar. 

Arkadaşlarımın çoğu bir üniversiteden mezun oldu. Çok önemli görevler üstlendiler. Sevgili mahallemizden üç rektör çıktı. Benden 15 yaş kadar büyük olan Hasan Tan, Ortadoğu Teknik Üniversitesi Rektörlüğü yaptı. Ben ikinci rektörüm. Üçüncümüz Ayhan Tan, Atılım Üniversitesi Rektörlüğü’nde çok başarılı oldu. Övünmeye(!) başlamışken biraz daha bilgi vermeliyim: Bitişik evlerde büyüdüğümüz Ergül Taner ağabeyin “çevremiz efsunluydu” sözüne inanasım geliyor. Çünkü evimizin içinde bulunduğu 200 metre yarıçaplı daire içerisindeki toprak damlı evlerde, Milli Eğitim Bakanı Doktor İbrahim Öktem, şair Albay Bekir Sıtkı Erdoğan, Mustafa Çelebi, Osman Taner; Doktor Fuat Eroğlu, Ali Basmacı, Nevzat Erdoğan, Radyoloji Mütehassısı Doktor Albay Ergül Taner, Dahiliye Mütehassısı Doktor Yavuz Taner, Kadın Doğum Mütehassısı Doktor Abidin Çakılcı; bir önceki paragrafta isimlerini verdiğim iki rektör; İktisadi İdari Bilimler Akademisi mezunları Keramettin Ünsay, Hıdır Selek,  Hayati Gür, Gürhan Attar ve Yılmaz Ünsay; Makine Yüksek Mühendisi Mustafa Türkşen, İnşaat Yüksek Mühendisi Şadi Adıgüzel, Kimya Yüksek Mühendisi Mustafa Adıgüzel, Eczacı Kemal Günay; Avukat Ali Duru, Tevfik Sayın, İsfendiyar Günay ve Nevzat Kuru; Dil Tarih Coğrafya Fakültesi mezunları Necati Gür ve Behzat Duru; Diş Tabibi Rahmi Sayın ve Rafet Sayın ile kendisini hayat üniversitesi mezunu olarak tanıtan Yılmaz Babaoğlu yetişti. Hepimizin takdirini ve sevgisini kazanan Yılmaz Babaoğlu, sadece bahsettiği üniversiteyi bitirmekle kalmadı o üniversitenin profesörü de oldu. Kurduğu fabrikalarla binlerce Karamanlıya iş imkanı sağladı, okullar yaptırdı, öğrencilere burslar verdi. Karaman’ın en zengin kişisi olmasına rağmen tevazuundan hiçbir şey kaybetmedi. Daima aynı çizgide kaldı.

Annelerimiz bizlere bazı güzel lakaplar takarlardı. Bunlardan birisi Mustafa Türkşen ağabeyinki idi; Hepimiz ona hala “Kaymakam Mustafa” deriz. Karamanlılar onu soyadıyla değil bu onurlandırıcı lakabıyla tanırlar. Bana da annem “cevahir” lakabını takmıştı. Özellikle komşu teyzeler beni bu sözcükle şımartırlardı. Karamanlı abilerim, bazen bana o lakapla seslenirler. Beni çocukluğumun güzel anılarına götüren bu hitap, o zamanlar pek hoşuma giderdi. 

Çocukken çok yaramazdım; Oyun alanımız Eski Pazar’ın etrafındaki terkedilmiş tek katlı kerpiç binaların damlarına çıkıp dolaşmak ve damdan dama atlamaktan çok zevk alırdım. Komşu teyzeler, özellikle buraya yakın bir evde oturan Yılmaz Babaoğlu’nun annesi; otoriter olduğu kadar gönlü sevgiyle dolu Kara Fadim Teyze bana “Cevahir, böyle tehlikeli oyunlar sana hiç yakışmıyor. Oradan düşer sakatlanırsın. Haydi in aşağı” derdi. Annemin kadim dostu olan bu hafif esmer tenli mert kadın dahil hiçbiri, yaramazlıklarımı bir kez olsun anneme söylemediler. 

Hepsini gerçekten yakın akrabam sandığım; kimine hala, yenge, teyze; kimine dayı, amca diye hitap ettiğim mahallemin o güzel insanları, bize unutulmaz anılar bırakarak, beyaz atlarına binip gittiler…

Bu kadar nostaljiden sonra tekrar özgeçmişime dönersem, dokuz yaşında terzi şehirtliği ile başlayan çalışma hayatım, bir akrabamın zahire dükkânında ve Verem Savaş Derneği’nde devam ederek Tapulama Müdürlüğü’nde katipliğe kadar uzandı. Üniversiteyi bitirinceye kadar her yaz tatilinde çalışarak aileme katkı yapmaya ve harçlığımı çıkarmaya gayret ettim. Hayatım çalışmayla geçti diyebilirim. Oğlum Bedi’nin, ilkokul üçüncü sınıfında iken hazırladığı; annesini ve beni tanıtan ev ödevini, hala saklarım. İçeriğinde, yoğun çalışmalarım kadar maalesef onunla yeterince ilgilenmediğim de var. 

Benimle aynı karakterde olan eşimle birlikte çocuklarımızı, haram bir lokma yedirmeden büyüttük. Onlar iyi okullarda okuyarak birer meslek sahibi oldular. Rektör olduğum zaman, İstanbul Teknik Üniversitesi Makine Mühendisliği Bölümü’ndeki lisans eğitiminden sonra Koç Üniversitesi’nde Executive Management programında yüksek lisansını tamamlayan büyük oğlum Bedi, Koç RAM Dış Ticaret AŞ’de çalışıyordu. Küçük oğlum Burak ise İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden mezun olmuş ve aynı fakültede iç hastalıkları uzmanlığı eğitimine başlamıştı. Oğullarımızın işlerini doğru, düzgün ve başarıyla yaptıklarını gördükçe, onlardan sevgiyle ve takdirle bahsedildiğini duydukça gururlanıyoruz ve çok mutlu oluyoruz. 

Ben hala aynı tempoda çalışıyorum; Derslerimi bırakmıyorum. Genç bilim insanlarıyla araştırma ve geliştirme çalışmaları ve projeleri yapıyorum.

İnsanların yetişmesinde ve değer yargılarının oluşmasında, ailesinin çok önemli olduğuna kesin kes inandığımı tekrarlamalıyım. Yazacaklarımın daha iyi değerlendirilmesi için ruhumu şekillendiren ailemi ve yetiştiğim ortamı, aşağıdaki mektupta ve bunun devamı olan sunumda daha ayrıntılı olarak bulabilirsiniz. 

Bizim kuşak için abilerin abisi olarak tanınan rahmetli Talat Duru’nun, Karaman’ın Tarihi başta olmak üzere birçok kitabı, çeşitli sanat ve tarih dergilerinde çıkan çok sayıda makalesi vardır. Onun yayımları, Karaman’da yaşayan insanları da kapsamaktadır. Bir Karaman ziyaretimde, babası gibi değerli bir kişiliğe sahip oğlu Ziya’nın davet ettiği yemekte bana, kendisinde büyükbabama ait bazı yazılı eserler olduğunu söyledi. Biraz daha belge ve bilgi biriktirerek onun hakkında bir makale yazmak istediğini bildirdi. Bir süre sonra da telefon ederek benden bu konuda belge ve bilgi istedi. Onun nazik telefonuna aşağıdaki yanıtı verdim:

Çok Değerli Talat Ağabey,

Karamanlı bir dost veya arkadaşla karşılaştığım ya da sesini duyduğum zaman hemen güzel memleketimi anımsar ve sevinirim; İkinci Dünya Savaşı çocuğu olmamın ve babamı üç yaşında kaybetmenin getirdiği büyük zorluklara rağmen anılarım içinde sevgi daima ön plana çıkar. Davranışlarıyla örnek olan ve çocukluğumuzda bize hamilik yapan sizin gibi değerli bir ağabeyimin sesi, beni çok mutlu eder. Bu duygularıma geçen haftaki telefonunuzda büyükbabam hakkında bir makale yazmaya karar verdiğinizi söylemeniz de eklenince sevincim katlanarak arttı. 

Büyükbabamla ilgili bende fazla belge olmadığını üzülerek söylemeliyim. Sizde, ona ait bazı belgeler olduğunu biliyorum. Bu bilgi beni çok mutlu ediyor. Onları, tarihçi kişiliğinizle en iyi siz korur ve değerlendirirsiniz. Resmi nüfus kütüklerine dayalı olarak hazırladığım soy ağacımızı, ekte gönderiyorum. Burada göreceğiniz gibi maalesef büyük babamdan itibaren bir göbekten daha öncesine gidemedim. Belki Ankara’daki Devlet arşivlerinden bulunabilir. Büyükbabamın bir kısmı kendi eseri olan el yazma çok sayıda kitapları ve notları vardı. Bunları, rahmetli Çataklı Ali Okur Hoca değerlendirmek üzere annemden istedi ve aldı. Onun bunları nasıl değerlendirdiğini bilmiyorum. (Belki büyükbabamın notları arasında ailemize ilişkin bilgiler de bulunuyordu!)

Bundan yirmi yıl kadar önce rahmetli Ali Gülcan amca, bana bir mektup yazmıştı.  Şimdi tüm aramalarıma rağmen bir türlü bulamadığım o mektupta, hatırladığım kadarıyla, büyükbabamın, Larende Medresesi müderrisi olduğunu fakat kendisi Karaman İdadisi’nde okurken onlara da Hüsnü Hat dersine geldiğini, bazı anılarını da ekleyerek yazıyordu. Öğrenci iken çeşitli vesilelerle evimize uğradığını, ismi benim bildiğim Dudu ama onun yazdığına göre Tuti (Güvercin) olan babaannemin, kendisine çok iyi davrandığını; ikramlarda bulunduğunu da ilave ediyordu.  Ama medresede hangi dersi veya dersleri okuttuğunu yazmıyordu. 

Babam 1944 yılında ölünce biz büyükbabamla aynı evde birlikte yaşamaya devam ettik. Babamın birikimleri ve büyükbabamın emekli maaşı sayesinde birkaç sene daha oldukça rahat bir yaşadık. Büyükbabam, babamın acısını dindirmek için benimle çok yakından ilgilenirdi. Bana bazı oyuncaklar yapardı. Ceviz kabuğundan yaptığı ve severek oynadığım fırıldak, hala çocukluk anılarımı süsler. Ayrıca 5 yaşından sonra zihnim açılsın(!) diye namaz surelerini ve Kuran-ı Kerim’i ezberletmeye uğraştı; Sabahları sulu çorbamızı içtikten sonra odasında çalışmaya başlardık. Ama bu özel eğitim çok uzun sürmedi; En büyük amcam Mehmet’in zamansız ölümünden sonra çok sevdiği ikinci oğlunu da genç yaşta kaybetmenin acısıyla büyükbabamın sağlığı hızla bozulmaya başladı. Önce şeker hastalığı ortaya çıktı; Vücudunda iyileşmeyen yaralar oluştu. Sonra Alzheimer denen erken bunama hastalığına yakalandı… Böylece rahat ve huzurlu yaşamımızla birlikte benim derslerim de sona erdi. 

Çocukluk anılarım arasında, büyükbabamın astronomiyle, özellikle zamanla ilgilendiği var. Sürekli olarak içinde gökküre, yerküre, enlem ve boylam çizimleri olan kitaplar okurdu. Odasındaki ahşap gömme dolapta pirinçten yapılmış bazı gözlem aletleri görürdüm. Bunları, 1960 yılında, üniversite öğrencileri olarak kurmayı tasarladığımız Karaman Müzesi için Kurucu Heyet’e verdik. 

Büyükbabamın sizden ayrıntısını öğrendiğim muvakkitliğiyle ilgili olarak babam İsmail Hakkı Uzel’den de bahsetmek istiyorum: Babam, büyük bir sevgi ve tutkuyla bağlandığı mesleğini, herhalde babasının telkinleriyle, İstanbul’da, o devrin en ünlü saatçisi M. Şemi’den öğrenmiş. Bu büyük ustanın yaptığı ve üzerinde M. Şem’i yazılı olan meydan saatleri, Beyazıt’taki İstanbul Üniversitesi binasının giriş kapısının iki yanındadır ve hala çalışmaktadır. Üniversite öğrenciliğim sırasında bir gün M. Şem’i Beyin oğlunu Çemberlitaş’taki dükkanında ziyaret ettim. Beni çok sıcak karşıladı. Babamın çıraklık arkadaşı olan bu saygıdeğer kişi, bana, babamın hayalini süsleyen meydan saatini sordu. Bu hikâyeyi annemden öğrenmiştim; Babam, sevgili ustasına öykünerek bir kule saati yapıp Karaman’daki şehir parkına yerleştirmek istiyormuş. Bu amaçla İstanbul’dan kilise çanı büyüklüğünde bir bronz çan satın alıp getirmiş. Bu ağır çan, aşenemizin bir köşesinde yıllarca kaldı. Bundan başka, babamın elleriyle yaptığı büyük saat çarkları da bir ahşap lokum kutusunda dururdu. Gerçekleşmeyen meydan saatinin çanını, rahmetli Hacı Raşit Adıgüzel amca bizim adımıza satıverdi.  

Ayrıca babam, kitap olarak bastırılmak üzere bir saatçilik kitabı hazırlamıştı. O defteri, çırağı olan ve ölünceye kadar ustasını rahmetle, saygıyla ve sevgiyle anan saatçi Mehmet Arif Güneş’e hediye ettik. 

Meydan saati çarklarının ve diğer mekanik parçalarının akıbetlerini bilmiyorum. Her köşesinde ayrı bir anım olan güzel kerpiç evimiz, sevgili komşularımızın evleri ve mahallemiz, tarih bilincinden ve şehircilik bilgisinden yoksun kişilerin kararlarıyla yol açılmak için istimlak edilerek yıkıldı. Özellikle büyükbabamın odasının tavanını süsleyen eşsiz güzellikteki ahşap tavan motifi, boyalı terekleri ve gömme ahşap dolaplarıyla birlikte hüzünlü bir hayalin kanıtları olan saat çarkları da yok oldu. Sadece içinde nice mutlulukların yaşandığı evlerimiz değil, kana kana su içtiğimiz atalarımızdan miras kalan taş çeşmelerimiz, oyun alanlarımız da güzel anılarımızla birlikte yitti gitti... 

Bu elemli anılardan sonra tekrar büyükbabama dönersem, onun Mevlevi olduğunu, rahmetli Asım amcamdan duymuştum. Başında Mevlevi sikkesiyle çekilmiş; ama şimdi nerede olduğunu bilmediğim vesikalık resim boyutlarındaki sarıya kaçan soluk bir fotoğrafını da hayal meyal anımsıyorum. Büyükbabamın, elimdeki tek fotoğrafının kopyasını ekte gönderiyorum.

Söz uçar, yazı kalır derler. Sizin değerli çabalarınız olmasaydı, Karamanlı Süleyman Hoca’nın ismi de sadece çocuklarımın kulaklarında hoş bir masal olarak kalacak; unutulup gidecek bir zamanlar Karamanımızın şanlı tarihinin küçük bir kesitinde yaşayan ve elinden geldiğince etrafını aydınlatmaya gayret eden o fani de hiç anımsanmayacaktı. Bu nedenle çok değerli emekleriniz için kendim ve ailem adına şimdiden size şükranlarımı sunuyorum. Hasretiyle bir ömür geçirdiğimiz; insanı, havası ve suyu güzel Karamanımızın kaybolan ruhunu ve tarihini yazarak büyük hizmetlerde bulunduğunuz için size ayrıca teşekkür ediyorum. 

Bu vesileyle size ve Duru ailesinin değerli bireylerine, sağlıklı ve huzurlu uzun yıllar dilerek, saygı ve sevgilerimi sunuyorum. 

24.6.2014   

Kardeşiniz Turgut Uzel

***

Tarihçi Talat Duru, Karaman Belediye Başkanlığı tarafından yayımlanan İmaret isimli şehir dergisinin 15. sayısında, büyükbabamı ve dolayısıyla ailemi tanıtan, bana sözünü ettiği makaleyi yazdı. 

Babam, 1944 yılında, ben üç yaşında iken gırtlak kanserinden öldü ama ailemiz dağılmadı; Büyükbabam, annem, ablam ve ben, aynı evde yaşadık. Babam, öldüğünde otuz dokuz yaşındaydı. Annem ise yirmi yedisinde… 

Çanakkale Savaşı 57. Alay şehitlerinden Ali oğlu Mehmet’in kızı olan annemin esas adı Müfide’dir. Ama kendisine yeni nüfus cüzdanı çıkartılmamış, iki yıl önce bebekken ölen kardeşi Nazife’nin nüfus cüzdanı kullandırılmıştır. Annem, Yunus Emre sülalesindendir. İcazetnamede “Şöhreti: Yonisler” olarak yazılmıştır. Karaman’da hepimizin bildiği gibi, Yunus Emre, Yonis Emrem olarak telaffuz edilir. 

Dünya güzeli annem çok zeki bir kadındı. Alfabe devriminde kısa sürede yeni harflerle okumayı ve yazmayı öğrenmiş, söz konusu makale içerisinde fotokopisi yayımlanan kimlik belgesinden görüleceği gibi, Karaman Maarif Müdürlüğünce düzenlenen halk kurslarında Türkçe okuma ve yazma dersleri vermişti. Annemin, zengin veya fakir olarak ayırt etmediği birçok dostu vardı. Onların hem dertdaşı hem de sırdaşıydı. Çok yardımseverdi. Elindeki yarım ekmeği bile gördüğü fakir birisine vermekte asla tereddüt etmezdi. Çok akıllı ve dirayetliydi. Ailedeki ve çevremizdeki sorunlarda daima arabulucu veya yol gösterici bir kimliği vardı. Kendisi gibi, Karaman’ın saygın ve eski tabirle hali vakti yerinde bir ailesinin oğlu olan babamla evlendi. Bu çiftin bir kızları ve iki oğulları oldu. Kızları Yurdagül’den sonra dünyaya gelen oğulları Savcı, dört yaşındayken öldü. Ben, ailenin üçüncü çocuğuyum.

Evlendikten kısa bir süre sonra kayınvalidesi ölünce annem, evin tüm işlerini yüklendi. Ne çare ki, çok genç yaşta kocasını kaybetti. Hayatının baharında dul kalmasına rağmen bir daha evlenmedi. “Benim, eşim ve işim çocuklarımdır” deyip her türlü fedakârlığı yaparak, Karaman deyimiyle “saçını süpürge ederek” bizi büyüttü. 

Bu bahtsız kadın, İstanbul’da akıl almaz bir trafik kazasında, birkaç ay sonra doğacak ilk torununu bile göremeden, bizi tarifsiz kederler içerisinde bırakarak hayata genç yaşta veda etti. 

Her insanın derin acıları vardır; Yaşaması için, bazı geceler ansızın yürek yangısıyla uykusundan uyandıran böyle elemleri ve kederleri zor da olsa unutması, bunun yerine yaşadığı güzellikleri anımsaması gerekiyor. Galiba buna hayat deniyor… 


*Bu yazı, Rektörken isimli hazırladığım kitabımdan ve Karamanname Dergisi’nin 2016/6 (sayfa 2-19) sayısında yayımlanan otobiyografimden derlenmiştir.


Yorumlar