Kamil Pembeci
1952 Karaman’da doğdu.
1958-1967 Güneş İlkokulu, Karaman Ortaokulu ve Karaman Lisesi 1. sınıf
1969 İstanbul Haydarpaşa Lisesini bitirdi.
1976 Hacettepe Tıp Fakültesinden mezun oldu.
1977-1979 Almanya, Wuppertal’de St. Josef Hastanesinde anestezi asistanlığına başladı.
1979-1982 Almanya, Münster’de Westfaelische Wilhelm Üniversitesinde uzman oldu.
1982 Almanya’da sınava girerek Anestezi Uzmanı oldu ve Türkiye’ye döndü.
1983 İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Anesteziyoloji Anabilim Dalında
uzmanlık sınavına girerek Türkiye’de de uzmanlığını kazandı.
1983-1984 Sarıkamış/ Kars’ta Yedek Subay olarak Askeri Hastanede askerlik yaptı.
1985 İstanbul Tıp Fakültesi Anesteziyoloji Anabilim Dalında Araştırma Görevlisi
olarak göreve başladı.
1986 Münih’de Ludwig -Maximilians Üniversitesi'nde üç ay süreyle;
1989-1990 Belçika’da Leuven Üniversitesinde bir yıl süreyle Kardiyak cerrahi Anestezisi
konusunda klinik uygulamalar yaptı.
1990 Yardımcı Doçent oldu.
1992 Doçent oldu.
1997 Profesör oldu.
2017 Emekli oldu.
Çok sayıda uluslararası ve ulusal bilimsel yayınları mevcuttur.
Çok sayıda uluslararası ve ulusal tıp derneklerine üyedir.
Evlidir, bir çocuğu vardır. Almanca, İngilizce bilmektedir.
Sokak buharlaşır mı?
Karaman. Doğduğum, büyüdüğüm kent. Ailem, çocukluk anılarım. Koçakdede ve Topucak Mahalleleri. Güneş İlkokulu, Karaman Ortaokulu ve Lisesi. Beni oluşturan, dönüştüren, on beş yaşında okumak için ayrıldığım, her yıl en az bir kere özleyerek ziyarete geldiğim; baba ocağım büyük ağabeyimin (Kadir Pembeci), kuzenlerimin ve yeğenlerimin çoğunun hala yaşadığı, Türkiye’nin seksen bir ilinden birisi olan Karaman.
Elli üç yıldır dışında yaşadığım kentimden hiç uzak kalmadım, kalamadım. Ağaç gibi insan da köklerinden uzaklaşamıyor. Sıkıntılı zamanlarımda bile internet kameralarından kentin sokaklarını izleyerek rahatladım. Belediyenin asfalt çalışmalarından resimleri zevkle izledim. Asfaltla ilk manevi bağım sekiz on yaşlarında orada başladı. Karaman’ın ilk asfaltı 1.İstasyon caddesine dökülürken zift kamyonunun arkasında arkadaşlarla ziftin içinde gülüşerek eğlenerek yürüdüğümü dün gibi hatırlıyorum ama eve geldiğimde rahmetli annemin feryadıyla kıyamet kopmuştu. O anda fark ettim ki ayakkabım ve bütün giysilerim arkadan tepeme kadar zift olmuştu. Sonuçta iyi bir dayağı hak ettiğimi anlayabilirsiniz. Leblebici’nin burunlu otobüsüyle Konya’ya ilk gidişimde de yeni asfaltı yol boyunca hayran hayran seyretmiştim. Asfalt o zaman medeniyet demekti.
Koçakdede Mahallesi, Elmedin Sokağı’nda tek katlı, kerpiç duvarlı, toprak damlı, hayadı olan iki odalı bir evde İzzet ve Şerife Pembeci’nin üçüncü oğulları, Kadir ve Mehmet’in küçük kardeşleri olarak doğdum. İki odadan biri ebeveynlere ve misafirlere ayrılmıştı, biz çocuklar o odaya izinsiz giremezdi ama kediler deliklerden geçerek bütün evi rahatlıkla dolaşıp bize hava atarlardı. Hatta mahallede bile istedikleri gibi damlarda dolaşırlardı. Biz de onları şimdiki gibi kucağımıza alıp mıncık mıncık sevmezdik. Belki de özgürlüklerini kıskanırdık.
Üç erkek kardeşiz. Babaannem, Kadir ve Mehmet ağabeyimlerle kışın soba ve gece mangalla ısınan aynı odada yere yatak serilerek uyurduk. Her akşam yeniden yatakları yapma (serme) sıkıntısı olurdu ama ben ağabeylerimden on bir ve dokuz yaş küçük olduğum için bu işlerden kurtulurdum.
Sokağımızda “Yıkık veya Küllük” adı verilen çocukların oynadığı, günümüzün büyük kısmını oynayarak geçirdiğimiz boş bir arsa vardı. Çöplük demeyeceğim çünkü o zamanlar külden başka çöp pek olmazdı. Ambalaj kalıntıları, poşet, pet şişe olmayınca geriye yiyecek artığı özellikle sebze meyve kabukları kalırdı. Onların çoğunu da komşuların ve amcamların inekleri tüketirdi. Henüz tüketim toplumu değildik. İyi ki değilmişiz; az tüketerek yaşanabileceğini o zamandan beri biliyoruz çok şükür. İnekler sabah evlerden çıkarılıp 19 Mayıs İlkokulu’nun bulunduğu yerden çobana teslim edilerek sürüye katılır, akşam ise çoban inekleri aynı yerden bırakır, garibanlar da sokak aralarından okuldan çıkmış çocuklar gibi evlerini bulurlardı. Yıkık’ta her türlü çocuk oyunu oynanırdı. İstop, billi, katır (Topaç) çevirme, ebemama, elim sende, bilye ve top oynama (futbol kelimesini sonradan öğrendim) en yaygın oynananlardı. Henüz futbol demediğimiz ama yırtık pırtık bir futbol topu bulursak çok sevindiğimiz, bulamazsak bakkaldan para toplayarak aldığımız naylon top veya küçük lastik toplarla oynadığımız “top oynama” en sevdiğim oyundu. Futbol topunu getiren zaten Yıkık’ın kralı gibi dolaşırdı. Mehmet ağabeyimin İstanbul Haydarpaşa Lisesi’nde yatılı okulundan yaz tatiline gelirken hediye olarak getirdiği gerçek futbol topu ile epeyce prestijli günlerim olmuştu. Ancak Yıkık’ın sınırı olan ve bahçesinde yakaladığı çocukları evine kapattığı veya ağaca bağlayarak dövdüğü efsanesi -ben hiç böyle bir şey görmedim- çocuklar arasında korkuya neden olan Hatice Hanım’ın bahçesine top kaçarsa çok büyük sorun olurdu. Topu almak için bahçeye girebilen çocuk, hele bir de meyva çalmış ise kahraman muamelesi görürdü. Ben bu bahçeye hiç giremedim. Bisiklete binmeyi de Yıkık’ta öğrendim. Sabah erkenden Kadir ağabeyim uyanmadan kalkar, bisikletini evden kaçırır, Yıkık’taki hafif meyilde önce tek ayak pedal sonra boyum gidona yetmediği için bacak arası (gidonun altından) zamanla yarım pedal ve tam pedal seviyelerini geçerek bir ay gibi bir sürede kendi kendime öğrendim.
Günlerden bir gün, yaşım altı, Yıkık’ta oynarken öğleye doğru babam geldi “hadi eve” dedi. Evde güzelce yıkandık, paklandık, tırnaklar kesildi, saçlar tarandı. Meğerse okula kayda gidecekmişiz. Babamla Güneş Okulu’nun yolunu tuttuk. Zaten yürüyerek dört dakikalık bir yol. Bende bir heyecan... Rahmetli baş öğretmen Ahmet Çiloğlu’nun karşısındayız. Sert, ciddi, işini iyi yapan bir Atatürk öğretmeni. Beni şöyle bir süzdükten sonra “İzzet bu büyümemiş seneye getir” dedi. Babam hiç itiraz etmeden “peki hocam” dedi biz döndük gidiyoruz. Ben nasıl baktımsa artık bilmiyorum arkamızdan “getir bakayım getir şunu” dedi. Gerisin geri döndük, tekrar masanın önündeyiz. Renkler, harita, sayılar gibi bir sürü soru sordu. Bildiğiniz sözlü sınav; başardım, kaydım yapıldı. Aynı yıl, Mehmet ağabeyimin Haydarpaşa Lisesi’ne, Yaşar Sami Ölçer ağabeyin de Vefa Lisesi’ne kayıtları yapıldı ve gurbete İstanbul’a gönderildiler. İkisine de tatillerde geldiklerinde hayran hayran hayaller kurarak bakar, peşlerinden pek ayrılmazdım. Yaşar Sami abinin esprilerini kapar sonra arkadaşlarıma satardım.
İlkokul dördüncü sınıfa kadar silik bir öğrenciydim. Öğretmen dayağından korkardım. Kasım hocanın sırtımıza vurduğu sopa acıtmasın diye rahmetli anneciğim önlüğün altına kazak giydirirdi. Dördüncü sınıfta bir öğretmen, adını söylerken hala içimin titrediği Mustafa Alkan öğretmenim, sanki bana büyülü bir sopayla değmiş gibi kaderimi değiştirdi. Dayak yok; herkes fikrini doğru veya yanlış istediği gibi ifade edebilir; her fikir değerlidir; doğru karşılıklı tartışarak bulunur gibi prensipleri uygulayarak yolumuzu açtı ve aydınlığa doğru yola çikardı. Okulun dördüncü yılında, daha sonra Köy enstitüsü mezunu olduğunu öğrendiğim öğretmenim sayesinde ilk kez çalışkan öğrenci oldum ve eğer bir yere gelebilmiş isem onun attığı temeller üzerindedir. Kendisini minnetle anıyorum. Sağol öğretmenim. Köy enstitülerinin yaydığı aydınlık, kapatılmış olsalar bile yıllar sonra bana da ulaştı diye düşünüyorum.
Ancak Karaman Ortaokulu’nda epeyce dayak yedim. O okulda öğretmenler çocukları her fırsatta döverdi sanki; sınıf başkanı “konuştu” diye tahtaya numaramızı yazardı, öğretmenler ise hiç boş geçmez, avucumuza sopayla vururlardı. Sözlüde soruyu bilemedim diye biyolojici Sevim hocadan sınıfın önünde bayağı güzel bir dayak yemiştim. Neymiş? İlk dönem iftihara geçtiğim halde ikinci dönem neden çalışmıyor muşum? Öğretmen Okullarında çocuk ne zaman dövülür diye ders mi vardı acaba diye düşünürüm hep. En önemli dayağı, Orta ikinci sınıfta ismini yazmak istemediğim bir müdür muavininden yedim. Artık dayak sınırlarını aşıp işkenceye yaklaşmıştı. Bu zat tenefüste birden sınıfa daldı; ön iki sırada oturan beş öğrenciyi odasına götürdü. Sınıfın önünden geçerken “Helal, Adanalı Celal” diye birisi bağırmış. Kimmiş bu? Kafalar tokuşuyor, tokatlıyor, yorulunca sopayla aşağıdan bacaklara vuruyor. O kadar dayağa, bilsek zaten söyleyeceğiz ama hiçbirimiz duymamışız. Ders zili çaldı; “defolun, dersten sonra gene buraya gelin” diye bizi gönderdi. Derse geç kaldık. Müdür din dersine gelmiş. Bizi perişan görünce nereden geldiğimizi sordu. Arkadaşım sınıfın en çalışkanı Turgut (sonradan inşaat mühendisi oldu, kendisini erken kaybettik, rahmetle anıyorum) sözcümüz olarak müdüre olanları anlatmaya çalışırken, bir de sınıfın önünde ondan dayak yemeyelim mi... Sonraki tenefüste tekrar toplanıp müdür muavinini odasına tekrar dayak yemeye gittik ama yoruldu herhalde bizi kovaladı, sevinçle odadan çıktık. İşte bu öğretmen, hakkını yemeyelim, bizi böyle de sevindirmişti. Bu arkadaşlarımın hepsi sonra üniversite bitirerek hukukçu, mühendis, doktor oldular. Hatta bir tanesi ileri gelen bir politikacı oldu. Ama bu dayak sayesinde değil tabii, kendi akılları ve çalışkanlıkları ile.
Elmedin Sokağı’nda akrabalar karşılıklı ve yan yana evlerde otururduk. Hemen yanımızda büyük amcam Abdurrahman Pembeci, eşi Ayşe yenge, oğulları İbrahim ve Mesut abi vardı. Amcamın kızı Nermin ise ben kendimi bildiğimde zaten çoktan dayımla evlenmiş ve yengem olmuştu. Babamın kuzenleri; Hasan Ölçer amca, eşi Nimet yenge ve Mahmut Abacı amca, eşi Nazire yenge ve onların büyüklü küçüklü, irili ufaklı, kızlı erkekli çocukları Turgut Ölçer, Necati Abacı, Sami Yaşar Ölçer abiler, Necmiye ve Işık ablalar ve İbrahim abi, eşi Lebibe yenge, çocukları Nuray, Abdurrahman, Ahmet, İrfan hep birlikte yaşardık. Saadettin amcam, eşi Nadire yenge, çocukları Keriman abla, Yılmaz ve Kutsi abiler biraz daha uzakta- yürüyerek 5 dakika- otururlardı. Karşımızdaki evlerde sırayla babamın da dertleşme arkadaşı olan Şevki Erdal (Şavkı amca) amca, eşi Şerife teyze, çocukları Musa ve Zeki abi, Ayten abla ve Ayşe; onların yanındaki evde Ayşe teyze (Ayşaba), sonra Enverler (Enberler denirdi) ve çocukları (kızları Saniye sınıf arkadaşım idi), Enverler’in yanında Horcan teyzenin evi, onun yanında köşede o zaman mahalle muhtarı Tahir amca, Naciye teyze ve oğulları Emin abi otururdu. Emin abi çok güzel ve büyük uçurtmalar yaparak Yıkık’ta uçurur ve biz küçükler de hayran hayran seyrederdik. Onların yanında, Ali Rıza ve İhsan abiler büyük bahçeli ve süs havuzlu bir evde otururlardı. Şimdi ikisi de Amerika’da yaşıyorlar. Evimizin yan karşı köşesinde oturan sınıf arkadaşım Alaattin ve kardeşi Hasan ile Yıkık’ın müdavimleriydik. Küçük kardeşleri Ayşe çok küçük olduğu için aramıza katılamazdı. Babaları rahmetli Yahya amca helva imal eder, helvanın hele küncülü helvanın kralını yapardı. Anneleri Fadim teyzenin çağrısıyla bahçelerindeki büyük dut ağacı mahallelinin katılımıyla her yıl çırpılır, hasattan herkes payını alır evine götürürdü. Ağaç onların bahçesinde idi ama sanki bütün mahalle ortaktı. Amcaları Celal abi de onlarla beraber yaşardı. Alaattinlerin yanında bekçi Memiş amcalar ve oğulları Turgut ve Mustafa abiler, onların yanında berber Ali amca ve Asiye teyze ve çocukları, Turan, Abdullah, Ayhan abiler, Nurten abla ve kardeşi yaşıtım, sınıf arkadaşım Ayten otururlardı. Berber Ali amcaların camını sapanla kırdığımda çok korkmuş, kaçıp eve saklanmıştım. Onların yanında tam Yıkık’ın karşısında yaşlı Nedime teyze büyük bahçeli bir evde otururdu.
On yaşında dededen kalan Topucak mahallesindeki daha çok odalı, banyolu eve taşınarak ayrıldığım bu sokağı bu kadar iyi hatırlayabilmem, o zamanın komşuluk bağlarının çok güçlü olduğunu göstermektedir.
Televizyon olmadığı için karşılıklı akşam ev gezmeleri ve sohbetler o zamanın sosyal etkinlikleri idi. Herkes dağıldı. Şu anda adı 338. Sokak olan Elmedin Sokağı’nda yukarıda saydığım kişi ve ailelerden hiç kimse kalmadığı gibi evler de yıkıldı veya değişti. Elmedin Sokak adı da yok şimdi. Belediye başkanlarımızdan bir tanesi doksanlı yıllarda neden olduğunu anlamadığım bir şekilde geçmişimizden gelen anlamlı sokak isimlerini silerek yerine numaralar koydurdu. Yıllar önce sokağın başında açılmış bakkala Elmedin Sokağı nerede diye sorduğumda “Burada öyle bir sokak yok” cevabını aldığım zaman çok üzülmüştüm. Elmedin Sokağı, bırakın bir toplum ömrünü, bir insan ömrü kadar bile dayanamadı ve buharlaştı. Yukarda adı geçen insanların çoğu hakkın rahmetine kavuştu, onları rahmetle anıyorum. Hayatta olanlara uzun ve sağlıklı ömürler diliyorum. En azından bir kere bile olsa kayda geçsin diye isimleri tek tek saymaya çalıştım.
Doğduğum ev yıkıldı, beton oldu. Okuduğum Güneş İlkokulu tarihi binası yıkıldı; yeni betonarme ortaokulla birleştirildi, kayboldu. Okuduğum ortaokul yıkıldı, betonlaştı. Okulun bulunduğu “Hükümet Caddesi” adı değiştirildi. Topucak mahallesindeki on yaşından itibaren oturduğum, havuzlu, tulumbalı, bahçeli, hayatlı, iki katlı ev yıkıldı, betonarme apartman oldu. O zamanlar bizi dünyaya açan Yeni Sinema, Eski Sinema yani Ferit’in Sineması ( Işın Çelebi’nin dedesi. Işın, yazları Karaman’a geldiğinde parasız sokardı bizi) artık yok. Arkama baktığım zaman hepsi bir anda yok olmuş bir rüya sanki. Karaman’a her gidişimde eskiden kalan bir şeyler arıyorum ama mahzun, boynu bükük kalıyorum. Çok şükür sayıları azalsa da kalan akrabalar ve dostlarla idare ediyoruz artık. Elmedin Sokağı buharlaştı ama anılar yaşıyor. Anıların hatırlanarak yazıya geçmesine katkıda bulunan, adı üstünde Anı Bisküvi’ ye teşekkürler. Haksızlık yapmayayım; Karaman Kalesi, Hatuniye Medresesi, Araboğlu Camisi ve diğer eski eserler çok şükür duruyor. Biz eskiler onlar sayesinde yeni Karaman’da yolumuzu bulabiliyoruz. Değişim gerçekliktir, engelleyemeyiz ama bu kadar hızlısı insanı yoruyor ve üzüyor. Hasretle...
Prof. Dr. Kamil Pembeci
Eylül 2019
Yorumlar
Yorum Gönder