Ramazan Özgan


NEREDEN NEREYE

Karaman’ın 15 km kuzeydoğusunda, Karaman merkeze bağlı küçük Salur köyünde, Ayşe ve Bayram’dan olduğum kesin fakat adım ve doğum tarihim biraz şaibeli. Komşu köy Sudurağı İlkokuluna kayıt yaptırdığımda, adımın Ramazan olduğunu şaşkınlıkla öğrendiğimi iyi hatırlıyorum zira daha önceki hayatımda adım Sülman’dı (Süleyman). Gerçekten de köyde hala Sülman olarak adlandırılır ve çağrılırım. Hatta Karaman merkezde de baba dostu olan değerli insan rahmetli İzzet Pembeci amca ile muhterem eşleri Şerif teyze de babamdan duydukları gibi bana hep Sülman diye hitap etmişlerdir. Bu ad değişikliği ile ilgili fıkramsı bir olayı unutmam mümkün değil. Eşimle birlikte ilk defa köye gelip tanıtım ziyaretlerinin birinde kadınlar topluluğunda köyden tanıdık bir hanım Sülman’ın nerede olduğunu ve ne yaptığını sorması üzerine eşimin de “Ben onu tanımıyorum” demesi hem şaşkınlığa hem de garip gülüşmelere neden olmuş. Sonraları kulak misafiri olarak babamdan duyduklarıma göre babam çok küçük yaşta Karaman’da “Karagöz’ün Süleyman” adlı bir şahıstan unutulmaz yardımlar görmüş, minnet ve şükran duyguları neticesi olarak, nüfus kayıtlarında görüleceği üzere iki erkek evladına Süleyman adını vermiş. Ne yazık ki tanıyamamış olduğum bu biraderler çok küçük yaşlarda ölmüşler. Sonra ben doğunca babam Süleyman isminde tekrar ısrar etmiş yalnız anam bu da ölür korkusuyla adıma Ramazan olsun demişler. Fakat fiiliyatta adım Süleyman olarak yaşatılmıştır. Bildiğim ve sorup sual ettiğime göre söz konusu bu değerli insan babamın çok sevmiş olduğu “Karagözün Süleyman”, Karaman’da kırıkçı - çıkıkçı olarak tanınan Adil Bender amcanın babası, veterinerlikte şoförlük yapan rahmetli Süleyman abi ile eniştesi tanınmış iş insanı rahmetli Mehmet Ünver’in yanında çalışan sevgili Mustafa Bender’in dedeleri olmalıdırlar. Ailenin kaçıncı çocuğu olduğum halen bilinmemektedir. Nüfus kayıtlarında ölenlerle birlikte sekiz kardeş olduğumuz görülüyorsa da rahmetli anamın anlatımlarına göre kendisi 12-13 çocuk doğurduğunu ifade etmiştir. Ancak sayıyı ne yazık ki tam olarak kendisi de hatırlamamaktaydı.

Hiç kimseyi ilgilendirmez gözüken bu özel konuları dile getirmemin nedeni dönemin gerçeklerini, sosyolojisini vurgulamak ve bir ömür içerisinde nereden nereye gelindiğini belirtmektir. Biraz önce belirttiğim gibi kişiliğimle ilgili karışıklıklar ve elime ilk defa aldığım bol sayfalı nüfus cüzdanındaki çelişkili kayıtlar ve çocukluğumu yaşadığım köy hayatını anımsayarak merakla yaşımı soranlara üç bin yaşındayım şekildeki cevabımla dalga geçtiğim söylenir. Fakat bunu ifade ederken ciddi ve bilinçli olduğumu vurgularım. 

Arkeoloğum ve biraz da Eskiçağ tarihine hakimim. Benim köyde yaşadığım çocukluk yıllarımın, M.Ö. 1. bindeki yaşamdan hiçbir farkı yoktu. Köyümdeki hayatta tarla – tarım ve de özellikle hayvancılık en önemli yaşam şekli idi. Okul olmadığı gibi elektrik, akarsu ve dolayısıyla çeşme de yoktu. Kuyu suyu, daha sonraları da köyde reform sayılan tulumbalar kullanılmaya başlandı. Radyo, televizyon, telefonun adı zaten yoktu ve bilinmiyordu. Yaşam hayvanlarla iç içe olduğundan gerektiğinde ahır ve ağıllarda geceleniyordu. Kendim de çok iyi bir kuzu çobanıydım ve bu çobanlık lise mezuniyetine kadar yazları devam etmişti. İtiraz edilemezdi zira peder öyle istiyordu. Çünkü bu yılların köy yaşamının en iyi ve tatmin edici geliri tarımdan daha çok hayvancılıktan, daha doğrusu koyunculuktan geliyordu. Yeterince yağmurun yağmadığı yıllar “kıtlık” yılları olmuştur. Sözü edilen yılların yaşam biçimi ve sosyolojisi sadece bizim köye ait olmayıp, ülkenin tüm kırsal kesiminin en büyük ve başta gelen sorunu eğitimsizlik, kültür - sanattan da tamamıyla yoksun, cehaletin diz boyu olduğu yıllar olup, bu durum yavaşlatılmış ve biraz yumuşatılmış olarak ne yazık ki hala devam etmektedir. Köyümde asker mektubu yazabilecek kişi sayısı bile yok denecek oranda olup, onlar da askerlik görevi sırasında “Ali okulunda” öğrenebilenlerdi.  Bu tür yokluklara paralel olarak yoksulluk da diz boyu idi. 

Köyümde ilkokul, ben Üniversiteyi bitirdikten sonra 1967 yılında faaliyete geçti, eğitim- öğretime başladı yani cumhuriyetin başlattığı “aydınlanma” çağının “eğitim öğretim seferberliği” sonrası okul bizim köye ancak bu tarihte ulaşabilmişti. Bundan dolayı 1960 yılından önceki doğumlu kadınların hiç birisi bu seferberlikten nasiplenememişlerdir yani bu dönemden önceki köyümün hanımları okul nedir, okuma yazma nedir bilmezlerdi. Buna karşın 1942 ve sonrası doğumlu erkek çocuklar gecikmeli de olsa ilkokula ve sadece okulu olan Sudurağı köyü ile okulunda başlamışlardı. Bu dönemde çevredeki köylerden Aşıran (Ekinözü), Beydilli, Güdümen (Kızık) köylerinde de okul yoktu. Bizim gibi Aşıran köyü çocukları da Sudurağı’na yakınlığından Sudurağı İlkokuluna gidiyorlardı. 

Dönemin tarihçesine ışık tutabileceği düşüncesiyle izin verilirse ilkokula nasıl başladığımızı özetlemek istiyorum. Kuzu sürüsü çobanlığı yaparken Sudurağı köyü çocuklarıyla sınır komşuluğundan dolayı ara sıra Sudurağı’nın kuzu sürüsü çocuk çobanlarıyla karşılaşırdık. Onların kendi aralarında okul yaşantıları ile ilgili konuşmalarını dinler ne anlatmak istediklerini anlamaya çalışırdık. Ağzı açık anlamaya çalıştığımız ve hiç duymadığımız çoğu kelimeleri örneğin müfettiş, tahtaya kalkmak, cetvel, pergel, tebeşir vs gibi kelimelerin ne olduğunu ilk defa duyuyor ve ısrarla ne anlama geldiklerini bilmeye çalışıyorduk. İşte içimize doğan bu öğrenme merakı ve arzusu ile birkaç meraklı çocuk, köyün en fakir kişisi ve bekçisi rahmetli Arap Sait amcanın yardımıyla ve önderliğinde oğlu Ali de dahil Sudurağı İlkokuluna kayıt yaptırdık ve yukarıda belirttiğim gibi yeni adım olan Ramazan Özkan ile yeni bir yaşam ve hayat serüvenine ilk adımı atmış olduk. Başlangıçta beş altı öğrenciyken mezun olduğumuz sene bu sayı en az 25-30 kişiyi bulmuştuk. O zamanlar ders programları haftanın beş günü tam gün, cumartesi günleri de saat 13.00’ a kadardı ve her cumartesi saat 13.00’dan sonra ve köylerimize gitmeden okulun ve özellikle de dışarıdaki büyük tuvaletinin temizliğini Ekinözü (Aşıranlı) öğrencilerle birlikte yapardık. Sudurağı köyü çocukları her nedense bu temizlik çalışmasına katılamazlardı.

Bugünkü gibi motorlu taşıma okul servisleri olmadığından Sudurağı köyü ilkokuluna gidiş geliş çoğunlukla yaya oluyor, eşeği olanlar eşekle gidiyor, soğuk ve karlı kış günlerinde de at arabasıyla gerçekleştiriliyordu. Eşekle transfer meselesinde en büyük sorun okulun bir eşek garajı olmadığından eşekleri bütün gün barındıracak bir ahır ve samanı olmamasıydı ve bu şarttı. Bu konuda yardımcı olan baba dostu Sudurağı köylülerine ve özellikle de rahmetli topal berber Halil’e minnet ve şükranlarımı sunuyorum. 

İlkokulda oldukça başarılı olmalıydım ki öğretmenlerimden rahmetli Fevzi Uçan ve Avukat Ali Dönmez’in ağabeyi rahmetli Hasan Hüseyin Dönmez’in telkin, öneri ve tavsiyeleri ile eğitime devam etmem istendi ve neticede rahmetli babamın onay ve isteğiyle Karaman Ortaokuluna kayıt yaptırdım. İlkokulda başarılı olmamın nedeninin daha önce köydeki sıbyan mektebine, kuran kursuna gitmiş olmamı ve ilkokula iki yaş büyük olarak başlamış olmama bağlıyorum. Köyde deli hoca olarak adlandırılan köyün imamı Ahmet hoca, köyün gelenekçi diğer insanlarından farklı düşünen, farklı uğraş ve görüşleri olduğundan, sıra dışılığından “deli hoca” olarak adlandırılmıştı. Hocanın herhangi bir maaşı, geliri yoktu. Geliri sadece Kuran kursuna giden erkek çocukların hocaya götürdükleri “perşembelikleri” (cumaları tatil) ve köylünün buğday, un, bulgur gibi yardımlarıydı. Büyük olasılıkla hocanın geçim sıkıntısı vardı ve bundan dolayı yaptığı “deliliklerden” biri de evde şeker lokum vs üretmek ve ücret karşılığı köylünün tercihine, beğenisine sunmaktı ve bunda da şüphesiz başarılıydı. Rahmetli bu hocanın bir diğer deliliği de köylüden bağış olarak elde ettiği bir tarlada kuyu kazarak, su çıkarıp gözü bağlı bir at veya eşekle dönme dolap usulü su temin ederek çok iyi sebze yetiştirmiş olmasıydı. O zamanlar köyün her tarafından 80-100 cm derinlikte bol su kazanılabiliyordu. Arpa, buğday ekmekten başka bir şey bilmeyen ve değişik şeyleri düşünmek istemeyen muhafazakâr ve kaderci köylüm için Ahmet Hoca gerçekten deliydi. Deli hocanın mektebinde de başarılıydım. Kuranı çok iyi okuyup köyde zorunlu hallerde ezan okuyup müezzinlik yaptığımı ve de ramazanlarda sela okuduğumu hatırlıyorum. Kuranın alfabesini ve okunmasını öğretmek de ilginç bir metodla gerçekleştiriliyordu. Hatırladığım kadarıyla elif belisin eb, elifbelisa ib, elifbeletürü üb (Eb-ib-üp), bebelisin beb, bebelisa bib, bebeletürü büb (beb-bib-büb) vs biçiminde harfler aynı biçimde tekrarlanırdı ve sonuç da alınırdı. 

İlkokulu bitirip öğretmenlerimin tavsiyeleri üzerine Karaman Ortaokuluna kayıt yaptırdığım güne ait hatıra olur düşüncesinde çektirilen boy fotoğrafım hala elimde. Hayatımın ilk fotoğrafı olarak, dönemin okul kılık kıyafeti hakkında bilgi vermektedir. Kasket ve kravatım dışında göğüs cebindeki henüz uçları açılmamış yarısı kırmızı yarısı mavi renkli kalemim herhalde sahip olma gururuyla ve özellikle gösterime sunulmuş olmalıdır. Bugünkü gibi fazlaca kalın ve ağır değildim aksine ufak - tefek ve çok zayıftım. Ortaokula başlayacağıma bile zor inanılırdı. Kayıt yaptırdığım gün yeni resmi kıyafetle birlikte babamla birlikte kahvede otururken Beydilli köyünden bir tanıdık da yanımıza gelerek oturdu. Tanıştıktan sonra Beydillili tanıdık bana dönerek (kılık kıyafetimden dolayı) “Bok herif ilkokulu bitir de kravatı ve şapkayı öyle giy” dediğinde epey utanmış ve mahcup olmuştum. Babamın da cevap olarak “Bitirdi emmisi bitirdi” dediğini çok hem de çok iyi hatırlıyorum. 

Ortaokula kayıt yaptırmakla sorunlar hiç şüphesiz bitmiyordu. Esas konu köylü çocuğu olduğumdan Karaman’da nerede barınacak, yatıp kalkacaktım. Şükürler olsun ki baba dostu rahmetli İzzet Pembeci amca hızır gibi imdadıma yetişti. Bu iyiliksever, büyük insanların bir süre evinde kalacaktım. Hiç görmediğim, hiç tanımadığım ve hiç de alışık olmadığım yeni fakat yabancı bir şehir yaşamına nasıl uyum sağlayacak, ayak uyduracaktım. Rahmetli İzzet amcanın sofralarda oğullarından daha çok bana dikkat ettiğini, sıcak, babacan ilgi ile “Hadi Sülüman yeğenim, karnını doyur” dediğini hiç unutamam. Yıllar sonra düşünüyorum da bu yardım olmasa olanaksızlıklardan acaba eğitime devam edebilir miydim? O zaman barınacak bir öğrenci yurdu gibi imkanlar da yoktu. Babam da hiç şüphesiz bu zorluklardan benim eğitimimden kolayca vazgeçebilirdi. Hayatımda ve hayatımın olumlu yönde yönlendirilmesinde böyle bazı olaylar o kadar çok etkili olmuşlardır ki düşününce hiç şüphesiz çok şanslı bir insan olduğum kanısına varıyorum. Pembecilerde ne kadar süre kaldığımı hatırlamıyorsam da Kadir ve Mehmet Pembeci ile aynı odada kalmışlığım dostluktan daha çok bir kardeşliğin yaratabileceği süre olduğu kesindir. Şimdi yok olmuş olan bu ev ve odasında birlikte yaşadığım gün ve geceler yüreğimde, gönlümde hala büyük sevgi, saygı ve şükranla yaşamaktadır.

Ortaokul ve lise yıllarımda hatırlarımda ve hafızamda önemli yer tutan çok değerli ve rahmetli öğretmenlerimi de minnet ve şükranla anmak isterim. Başta ünlü müdürümüz Zeki Yılmaz, fizik öğretmenimiz Nilüfer Dural, edebiyat öğretmenimiz Melik Güzalant, tarihçi Herodot lakabıyla anılan Haydar Güneş, mantık - felsefe öğretmenimiz Recep Bozman, müzik hocası Mesut Aykent ve lise diplomamızda imzası olan Nazmi Kuzpınar,herkeze köpek herif söylemleriyle bilinen Denizli Acıpayamlı matematik öğretmeni Ramazan Çağırgan gibi daha birçok emeği geçen öğretmenlerimize çok şey borçluyuz. 

Liseyi bitirdikten sonra özellikle gururu olduğum babam mutlaka üniversiteye devam etmemi istiyordu. O yıllar ne merkezi sistem ne yüksek öğretim kurumu ne de benzeri bir kurum yoktu. Arzu edilen her bölüm için her üniversiteye ayrı ayrı sınava girme mecburiyeti vardı. Bizim gibi antik çağdan kalma ekonomik yöntemlerle yetişmiş, büyümüş bir köylü çocuğunun o zaman üniversitesi olan İstanbul, Ankara ve İzmir ‘e sınavlar için gitmesi, belli süreler oralarda kalması pek olası değildi. Ayrıca da Karaman’ın dışına çıkmamış bizlerin büyük şehirlerden de korktukları elbette vardı ve bunlardan dolayı da dayanışma olur düşüncesiyle koloniler olarak sınavlara aynı yıl mezun olan arkadaşlarla birlikte gittik. Hatırladığım kadarıyla bunların arasında en yakın arkadaşlardan kızıl yakalı Nayman Taner, Karaman Kale veya Hetceler Mahallesinden Mehmet Sevmen ve Beyşehirli yakışıklı İbrahim Durmaz gibi dostlar vardı. Yanlış hatırlamıyorsam parasızlıktan Mehmet Sevmen büyük bir salkım çavuş üzümü ile tüm bir ekmeği yer ve böylece öğle yemeğini hallederdi. 

Babamın şiddetle “Zaten ağaların yapıyor” düşüncesiyle karşı çıkmasına rağmen İzmir Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesinde Ziraat Mühendisliği için sınava girdim. Kazanamamış olma ihtimaline rağmen, kesin sınav sonuçları hakkında gerçekten hala bilgim yok. O zamanlar sınav sonuçlarını öğrenmek için an az 3-4 hafta sınav yerinde kalıp takip etmek gerekiyordu ki böyle bir imkânımız zaten yoktu. Bu konu şüphesiz İstanbul ve Ankara’daki sınavlarda da aynıydı. Onun için tek yol söz konusu kentlerde yaşayan ve sınavlara giren tanıdık ve arkadaşlara sınav sonuçlarını bildirmek ve cevap verebilmeleri için 3-5 lira telgraf parası bırakıp ayrılmaktı. 

Yeterli süre ve beklemeden sonra umutsuz olarak köy ilkokul öğretmenliği için Milli Eğitim Müdürlüğüne müracaatta bulundum ve olumlu yanıtla Karaman’ın Ermenek sınırındaki son ve en uzak olan İhsaniye köyüne görevlendirildim. Köyüm Salur’a göre yeşillikler içinde müthiş bir doğaya sahip; sevgi, saygı dolu bir halkı olan fakat olanaksızlığın diz boyu olduğu bir yerdi. Elektrik, telefon, yol ve ulaşım yoktu. Sadece ve sadece Orman Bakanlığının odun ve tomruklarını taşıyan bir- iki kamyon vardı, yollar da elbette bozuk ve tehlikeliydi. Tüm bunların anlatım tarzı gerçek olmayanları, bir masalı anımsatıyorsa da tamamen gerçek olup, dünyanın bir ömür içinde nereden nereye geldiğinin gerçek öykü ve belgeleridir. İhsaniye köyünde on yedi gün öğretmenlik yaptıktan sonra Jandarma karakolu aracılığı ile babamın ısrarla ve acele Karaman’a dönenmemi istediği iletildi. Şans eseri ertesi gün bir tomruk kamyonu ile 5-6 saat yolculuk yaptıktan sonra gece saat iki sularında Karaman’a gelip Vezir Han’da gecelediğimi hatırlıyorum. Sabah babamla buluştuğumda İstanbul İktisat Fakültesinin sınavını kazandığımı duyduğunu ve bunun üzerine hemen İstanbul’a gitmemiz gerektiğini söyledi. Ben kendim giderim diye ısrar etmişsem de “Ben de geleceğim” diye ısrar ediyordu, herhalde bu hususta bana pek güvenmiyordu. Ayrıca Kasım ayı ortalarına gelindiği için eğitim öğretimin çoktan başladığını, her şeyin geçmiş olduğunu ve umutsuzluğundan da haberi yoktu ve bilmiyordu da. Ayrıca benim anlattıklarıma da inanmak ve kabullenmek istemiyordu. Zira ona göre sadece köyümüzden değil, yakın çevre köylerden de üniversitede okuyan yoktu, ben tek üniversiteli olarak babamın gururu olacaktım. İtirazlar kabul edilmedi ve birlikte İstanbul’a gittik ve Sultan Ahmet’te uyduruk bir otele yerleştik. İlk defa Karaman’dan uzak bir yere babamla seyahat ediyordum. İstanbul’daki iki üç günlük birliktelik bana pek kolay değil hatta belli ölçüde rahatsızlık veriyordu. Yeterince özgür değildim zira sigara içiyor, erken kalkıp sabah namazları için birlikte Sultan Ahmet camine gidiyorduk ve bunlar o yaşlarda benim için biraz yadırganacak durumdu. İstanbul’a gitmeden babam İstanbul’da kimlerden yardım alabileceğimizi araştırmış ve biliyordu. 

Babamın aldığı yardım adresinde rahmetli İbrahim Dölek amcanın yeğeni rahmetli Adnan Dölekle buluşarak ilk önce sınavını kazanmış olduğum İktisat Fakültesi Dekanlığına gittik. Kazananların ve yedeklerinin listeleri falan ortada yoktu ve zaten hepsi zaman aşımından kaldırılmış olmalıydı. Çekingenliğim, ürkekliğim ve de yol yordam bilmemezlikten dolayı ziyaret sebebimizi sayın dekana rahmetli Adnan ağabey anlatıyordu ki dekan benim için “Dilsiz mi? Bırakın kendisi anlatsın” dedi. Her ikimiz için de pek hoş bir hava oluşmadı. Neticede kaydımın yapılmasının mümkün olmadığını, çok geç kalındığını, eğitim öğretimin çoktan başladığını, haklı olarak hiçbir şeyin yapılamayacağını ifade etti. Netice olarak umutsuz duygularla odadan çıktık ve umut dolu beklentiyle kapıda bekleyen babama da durumu anlattık. 

Umutlar İstanbul’da kaybolunca Ankara’da lisans eğitimi yapabileceğim söylentileri ile Ankara’ya vasıl olduk. Pek de alışık olmadığı sağa sola koşuşturmalardan da yorulmuş olan babam güz günleri serinliğinden ve dizlerinin ağrıdığından şikayetçi olarak, biraz harçlık vererek ve üniversiteye kayıt yaptırmadan köye dönmememi tembihleyerek kendisi ayrıldı. Neticede de gecikmiş de olarak sadece Türkiye’nin değil neredeyse Arkeoloji dünyasının duayenlerinden ünlü hocamız rahmetli Ord. Prof. Dr. Ekrem Akurgal’in Klasik Arkeoloji bölümüne zar zor, rica minnetle kayıt yaptırdık. Ekrem Akurgal büyük olasılıkla Boşnak kökenli ve Avrupalıydı. Zengin bir ailenin çocuğu olarak iyi yetişmiş, iyi eğitim görmüş ve Cumhuriyetin aydınlanma çağlarında büyük önder Atatürk’ün de arzusu ve isteği ile Berlin’e Arkeoloji bilim dalında doktoraya gönderilmiş ve doktora sonrası da girişte “Hayatta en hakiki mürşid ilimdir” yazılı Ankara Dil, Tarih ve Coğrafya fakültesinde hocalığa başlamıştı. Avrupa’yı da iyi tanıyan Ekrem Akurgal’in Anadolu kökenli öğrencilerinden pek olumlu beklentileri olmazdı. Bunlar sanattan, estetikten, kültür ve kültür bilgisinden yoksun yabancı dilden haberleri olmayan köylülerdi. Saygıları, terbiyeleri, utangaçlıkları pek geçerli değildi. Bizim gibi köylüler bu davranış ve hor görülmeden pek hoşlanmaz ve üstelik çok da kızardık. Fakat yıllar sonra aynı konuma geldiğimizde olayların, düşüncelerin pek de yanlış olmadığını acı da ve gerçekçi de olsa anlayabildik. Bu konuma gelebilmek için de çok çok emek verdiğimizi, yontulduğumuzu da içtenlikle ifade etmeliyiz. 

1966 yılında Arkeolog ünvanını aldıktan sonra Eylül 1967 – Eylül 1969 tarihleri arasında 24 ay süreyle askerlik görevi ifa edildikten sonra yapabildiğim tasarrufla Almanya’ya doktora için gittim. Bu hususta Almanya’da doktora yapmakta olan bazı dost ve meslektaşların da teşvik ve desteklerinin önemi çok çok değerli olup, hayatımın, geleceğinin dönüm noktalarından biriydi bu hususta da çok şanslı olduğunu söylemeliyim. 

O zamanlar Avrupa’ya özellikle de Almanya’ya gitmek bugünkü gibi pek zor değildi. Zaten trenler dolusu işçiler Türkiye’den Almanya’ya özellikle 1965’ten sonra iş gücü insan ihraç ediliyordu. Oralarda kaldığım sürece İkinci Dünya Savaşından mağlup çıkmış her yönü ören yerine dönmüş ve de ikiye bölünmüş Almanya batısının iş gücü ithaline karşın, savaşa girmemiş Türkiye’nin iş gücü – insan ihraç etmesinin ve geri kalmışlığının mutlaka araştırılması ve anlatılması gerektiği inancını taşımaktayım. Bana göre olayın, konunun suçlusu Rönesans ve Avrupa aydınlanma çağının Anadolu’ya girmesini yasaklayan, buna karşın Arapların dini ön plana çıkararak, aklın ve bilimin önüne dini bir set gibi çeken Osmanlı yönetimi olmalıdır ve bundan dolayı da Cumhuriyetin ilk yıllarında Anadolu halkının ancak yüzde beşinin okur - yazar olduğu ve bunun da çoğunun azınlıklar olduğu bilinmektedir. Aynı bizim köy ve çevre köylerde olduğu gibi. İzin verilirse konuyla bağlantılı bir gerçeği anlatmak istiyorum. Beş kardeşin beşinin de nüfus kayıtlarında annemizin adı Ayşe olarak kayıtlıdır. Fakat sonradan öğrendik ki Ayşe’nin nüfusta hiç kaydı yoktur. Babamın vefatından birkaç yıl sonra hacca gitmek isteyen anama pasaport çıkartmak istediğimizde, rahmetli anamın nüfusta kaydı yok denildi fakat olay kolay çözüldü. İki şahitli mahkeme kararıyla anamız gerçek oldu ve hacca gidebildi. Bilen yok ama tahminime göre rahmetli babam görücü usulü ile Aşıran – Ekinözü köyünden anamı alıp Salur’a getirmiş ve olay halledilmiş olmalıdır. Rahmetli Nazım Hikmet’in dizelerinde olduğu gibi.

1970 yılının güz döneminde Bonn, Friedrich-Wilhelm Üniversitesi Klasik Arkeoloji Bölümü için kayıt yaptırdım ve sonradan yine çok şanslı olduğumu hep düşündüğüm husus hiç abartmadan minnetle belirtmeliyim ki yirminci yüzyılın en büyük Arkeoloğu olan rahmetli Prof. Dr. N. Himmelmann’ın yanında yüksek lisans ve doktoramı yaptım. Bu hususlar buraya yazıldığı gibi hiç şüphesiz pek kolay olmamıştır. Doktora için zorunlu olan Latince ve Eski Yunanca için üç sömestr kurban ettim fakat başardım. Hocam Himmelmann da haklı olarak yabancı bir öğrenciye ayrıcalık yapamayacağını zira ileride örnek ve emsal olabileceği kaygı ve korkusunu taşıyordu. Zaten gerçekten de ben böyle bir istekte bulunmadığım gibi hiç düşünmedim de zira hocamı seviyor ve büyük saygı duyuyordum. Ankara’daki hocalarımdan hiç görmediğim ilgi ve yardımı Bonn’da fazlası ile görüyor ve yaşıyordum. Hatta bir gün Eski Yunanca sınavımı başardığım haberini verdiğimde “Ramazan, kalbimin üzerinden büyük bir kaya parçası düştü” şeklinde rahatladığını ve beni kutladığını ifade etmişti. Bu tür olayların kıymet ve değerini en iyi bilen kişiler Almanya’da doktora yapan A. Yaylalı, A. Ünal ve de Bonn’da aynı enstitüde doktora yapan dost Fahri Işık gibi meslektaşlardır. 

Tüm Almanya serüvenimde yedek subaylıkta yaptığım tasarrufum dışında ülkeden bir kuruş para alıp harcamadım, elbette ailem de dahil. Oradaki yaşadığım süreçte başlangıçta fabrikalarda kaçak çalıştım. Doktora öğrencisi olarak ücretle Bergama kazılarına katıldım ve çoğunlukla da yüksek lisans ve doktora süresince E. Longlotz ve N. Himmelmann gibi ünlü hocaların büyük ve karşılıksız yardımlarıyla karşılıksızz burs aldım. 

Doktora çalışmam iyi ve başarılıydı ve üniversitede basıldı. Bonn üniversitesinde Prof. Dr. E. Longlotz’un bilimsel araştırmalarında yardımcı asistan olarak görev yaparken yeni kurulan Konya Selçuk Üniversitesinin Edebiyat Fakültesi kurucu dekanı ve aynı zamanda Ankara’dan hocam Prof. Dr. Yusuf Boysal “Memlekete ve Konya’mıza birlikte hizmet edelim” diyerek üniversiteye davet etti ve 1977 yılında Konya Selçuk Üniversitesi’nde kadrolu ile doktor asistan olarak göreve başladım. Fakirlik, fukaralık, parasızlık ve kitapsızlık diz boyuydu ve çoğu yeni kadroya alınan asistanlar işin ciddiyetinde bile değillerdi. Ayrıca bu yıllar ve sonrası ülkenin politik havası çekilmez ve solunamaz ağırlıktaydı ve neticede 12 Eylül 1980 faciası yaşandı ve ülkenin karanlık, orta çağ zihniyetinin başlangıcı oldu. Fakat her şeye rağmen Konya Selçuk Üniversitesi yerini buldu, yeterince büyüdü ve eğitim öğretim yanı sıra bilim dünyasına da az da olsa katkıda bulunmaya devam etmektedir. Konya’da Selçuk Üniversitesi’nde her şeye rağmen gönül rahatlığıyla görevimi yaptığıma inanıyorum. Doktora sonrası aldığım burslarla özellikle de dünyanın saygın ve ilk başta gelen vakıflarından Alexander von Humbobl vakfı ve diğer vakıflardan aldığım burslarla Almanca olarak üç kitabım ve çok sayıda makalelerim üretilmiştir. Üniversitede eğitim öğretim yanı sıra, yazları bilimsel arkeolojik kazılara katıldım veya yürüttüm. Bunlardan kalbimin ve gönlümün hala kopamadığı Muğla, Yatağan, Eskihisar köyündeki Stratonikeia öreni ile Datça yarımadasının en batı uç noktasında bulunan Knidos ören yeri ve antik kentidir. 

Selçuk Üniversitesi’nde bulunduğum yıllarda Karamanlı olarak, Hıristiyanlık dininin yayılmasını ve yerleşmesini sağlayan ve Hz. İsa’nın en önemli havarilerinden olan Tarsuslu Aziz Paulus’un ziyaret ettiği ilk kentlerden birisi olan Derbe Kenti (Kerti Höyüğü) hakkında küçük bir makale kaleme aldım. Ayrıca Konya Arkeoloji Müzesi’nin sahip olduğu Anadolu Roma Dönemi’nin zengin kültür varlıklarından Anadolu’da üretilen sütunlu lahitlerinin güzel bir kataloğunu yayınladım. 

İlişikte kopyası verilen yazıda da (Ek.1) görüldüğü gibi hiç tanımadığım, selamlaşmadığım Karaman’ın değerli şahsiyetlerinden bir teşekkür yazısı aldım. Bu teşekkürü asıl hak eden dönemin Selçuk Üniversitesi rektörü sayın Abdurrahman Kutlu olmalıdır. Üniversitede Fen - Edebiyat Fakültesi dekanı ve Karamanlı olarak Karaman’da bir üniversitenin kurulması için hiç şüphesiz naçizane katkıları olmuştur. O dönemde yeni bir üniversitenin kurulabilmesi için öncelikle Fen - Edebiyat Fakültesinin var olması zorunlu bir şarttı. Ayrıca Karaman’da Fen - Edebiyat Fakültesinin açılması ve de eğitim ve öğretime başlaması için de Selçuk Üniversitesi senato kararı da şarttı. Bu hususlarda yardımcı ve rektöre ricacı olduğum şüphesiz olup, prosedür nedeniyle Fen - Edebiyat Fakültesi dekanı olarak muhatabım şüphesiz üst kademe ve karar merci üniversite rektörlüğüydü. Bu husustaki teşekkürü kazanan ve benden daha çok sayın prof. Dr. Abdurrahman Kutlu hak etmiş olmalıdır. 

Değişik kültür, gelenek, göreneklerin çok farklı olmasına karşın doktora yıllarımın sonlarına doğru Bonn’da tanıdığım ve her zaman desteğini gördüğüm değerli eşim Christeine ile 1980 yılında Bonn’da evlendim. Eşim halen Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin Arkeoloji Bölüm Başkanlığını yürütmektedir. Eşimin ve kızımın yanında olma arzusuyla 2001 yılında emekli olup İstanbul’a taşındım ve halen de İstanbul’da yaşamaktayım. Emeklilik yıllarımda ve halen mesleki bilgi birikimimi öbür tarafa taşımamak hem meslektaşlara ve hem de öğrencilere yardımcı olur niyetiyle el kitapları (7 adet) niteliğinde üretimler yapıyor ve bu eylemden dolayı da mutluluk duyuyorum. Bilgisayar Mühendisi olarak Almanya’da yaşayan bir oğlum, İTÜ İç Mimarlık bölümünde doktora yapmış ve halen MEF Üniversitesi’nde hocalık yapan bir kızım benim en önemli mutluluk kaynağı hazinelerimdir. 

F:\ramazan özgan arkeolog otobiyografi\tarama0001.jpg

Ek. 1


Yorumlar