Kayhan Tuncel
14.03.1945’de Karaman’da doğdu. Güneş ilkokulundan sonra Karaman ortaokulunda başlayıp lise 1. sınıf sonrasında İstanbul Bakırköy Lisesine geçiş yaptı. Bakırköy lisesinden 1962 yılında mezun oldu. Ankara üniversitesi Eczacılık Fakültesi ve İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik bölümüne kayıt yaptırdı. O yıl merkezi sistemle seçme sınavı ilk kez Ankara’da yapılıyordu. İstanbul’da ise her fakülte ve okul bağımsız kendi sınav yaparak öğrenci alıyordu. Efsane hoca Sayın Nilüfer Dural’ın etkisi ile Fiziğe yöneldiğini düşünmek mümkün. Ne var ki ailesinin etkisiyle Eczacılığı tercih edecektir. 1966 yılında mezuniyet sonrası kısa bir süre İstanbul Zeyrek’te Mesul Müdürlük yapmıştır. 1967/68 yıllarında Adana’da vatani görevini tamamlayarak 1969 yılında Sivas’ta, Sivas Eczanesi adıyla Serbest Eczacılığa başladı. Bu arada meslektaşı ve sınıf arkadaşı Beyhan Tuncel ile evlendi. 1990 yılında Eczanesini Eskişehir’e taşıyarak Kayhan Eczanesi adıyla mesleğine devam etmektedir. İki çocuk ve iki torun sahibidir.
1945 yılının Mart ayının on dördünde bu dünyaya arz-ı endam etmişim. Anam Yorgancı Habibe kızı Asiye, babam nam-ı ile maruf, terzi Çamlı’nın Ahmet.
Güneş İlkokulundan Ortaokul ve Lise bir sınıfını Karaman’da okuyarak 1960 yılında tebdil-i mekân ile İstanbul Bakırköy’de liseyi tamamladım. Yeni bir çevre, yeni dostluklar sonrası Üniversite öğrenimi için gittiğim Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesinden 1966 yılında mezun oldum. İstanbul Zeyrek’de kısa bir mesul müdürlük sonrası Adana Askeri Hastanesinde vatani görevimi tamamlayıp 1969 yılında Sivas’ta eczanemi açtım. Bu arada sınıf arkadaşım Ecz. Beyhan Tuncel ile birlikteliğe karar verip evlilik yoluna revan olduk. İki oğlum oldu; biri Ahmet Altuğ Tuncel hekimlikte, diğeri Burak Tuncel Endüstri Mühendisliğinde karar kıldılar ve kucağıma iki torun bıraktılar. Aslı ve Esin Tuncel gelinlerim olarak kız evladı yokluğunu hiç hissettirmediler. Torunumun biri Kayhan Görkem Tuncel Tıp Fakültesi son sınıfta, Doğa Tuncel ise Lise 3. sınıftadır. 1990 yılında eczanemi Eskişehir’e naklettim. Halen Kayhan eczanesinde mesleğime devam etmekteyim.
Anneannemin bahçeli evinde çocukluğum geçti. Bahçedeki devasa dut ağacı çocukluğumun sarsılmaz abidesi gibiydi. Ona tırmanmak, bembeyaz parmak gibi dutları yemek çok keyifliydi. Bahçeden hatırladığım hercai menekşeler, çuha çiçekleri, yer elması, bizim ektiğimiz sebzeler, benim botaniğe olan ilgimi artırdığı kesin olan objelerdi. Öyleki çok sevdiğim leylak ağaççığını ilk kez rahmetli Sırrı Sözer amcanın bahçesinde gördüğümü çok iyi hatırlıyorum… Anam hastalandığında hamurun yoğrulmasına yardım etmek, tandıra saman atmak ve bu arada duman kokusu sinmiş mayalı ekmekle ile tereyağlı ve tulum peynirli sıkmalar enfesti. Anam nişastayı bile kendi yapardı. O nişasta ile yapılan nefis paluzeler, hele bir de anneannemin parmağı ile boğazıma sürülen kekik yağı, boğaz şişliğinin en iyi tedavisi idi. Ayrıca kurşun dökmeyide ihmal etmezdi.
Uzun kış gecelerinde babamın, arkadaşları ile tertiplediği sıra gecelerinin pişmaniye ve arabaşıları unutulacak şeyler değildi. Ya un veya bulgur için at arabalarının üstünde değirmene gidişler macera gibi gelirdi. Babamın dükkânı parkının karşısında Noter Mustafendi’nin yanındaydı. Biraz ileride köşede Mühürcü Hocanın dükkânı vardı. Kendisinden korkardım orada geçerken uzaktan dolaşarak geçerdim.
Bazı arkadaşlarım P.T.T’nin önünde okuma yazma bilmeyenlerin zarflarının üstüne hatta mektubun tamamını yazıp para kazanırlardı. Bana çok ilginç ve güzel gelirdi. Babam izin vermeyince mektup yazıcılığım başlamadan sona erdi. Sadece arkadaşlarımı izlemeğe gidebiliyordum. Bir defasında köyden gelmiş bir dede zarfı uzatarak adres yazılmasını istedi. Zarf oldukça şişkin ve puf puftu. Merakla dedenin yüzüne bakınca “Oğluma gavut gönderiyorum da” dedi şaşırdık kaldık tabii
İlkokul öğretmenim İvriz’de sel baskınında ölen Nimet Uyanık. Başöğretmenim, hiç gülüşünü görmediğim Ahmet Şükrü Çiloğlu idi. Bu müstesna insanları saygı ve rahmetle anıyorum. İnşallah bana haklarını helal etmişlerdir.
İlkokulda her hafta ünite dergileri alınırdı. Haftanın birinde orta sayfada çizimleri de olan ilginç bir öykü vardı. Yaşlı ninenin biri askerdeki oğluna yeni ayakkabıları göndermek ister ve bir çift ayakkabıyı telgraf tellerine asar. “haydi git oğluma selamda söyle” der. İki üç gün sonra oradan geçerken birde bakar ki tellerde asılı yırtık pırtık ayakkabılar durmakta. Oğlunun yeniyi alıp eskiyi gönderdiğine hükmeder ve sevinerek evine yollanır. Oysaki ayakkabıları alan bir başka ihtiyaç sahibidir. Nimet öğretmenim o haftanın P.T.T konusu ile ilgili olarak beni tahtaya kaldırdı ve bir tel çek bakalım (telgraf yaz)dedi ben hemen tebeşire sarıldım, iki direk çizdim aralarına telleri gerdim. Nimet öğretmenim “oldu olacak bir çiftte ayakkabı as” demez mi? Sınıf kahkahadan kırılıyordu.
İlkokul gömleğim önceleri krizzet kumaştan, kolları bilekten lastikle bağlamalıydı, kollarımın içerisine üzüm doldurduğumu hatırlıyorum. Bir bayram arifesinde babam eve bir paketle gelmişti. Hemen koşuşturan bizlere “Size bayram hediyesi…” diyerek paketi açtı. Babamın elindeki bir su sayacı idi. Demek ki evimizde su olacaktı artık. Hoca Mahmut Mahallesi’ndeki Ebil Hocanın camiinin yanındaki çeşmeden güğümlerle su taşımak tarihe karışıyordu artık.
Sokakta billi oynamak, aşık oynamak günlerimizin vazgeçilmezi idi. Pazar günleri ailecek soğuk hava deposunun bahçesine çay, gazoz içmeye gitmek, Tren istasyonunun bahçesine pikniğe gitmek hep beklediğimiz olaylardı. Biraz daha ileriki yaşlarda yazar Halide Nusret Zorlutuna’nın kitabına konu ettiği kavakların bulunduğu İstasyon Caddesi’nde faytonların arkasına asılarak faytoncu kırbacının tadına bakardık.
Sınıfla gezmeye kaleye gittiğimizde bir bölümümüz burçlara çıktık, bir bölümümüz aşağıda kaldı. Ben yukarıdan küçük bir taşı aşağıya atmıştım. Sen git Ahmet Cengiz Yıldızcı’nın alnını bul. Ne kadar üzülmüştün anlatamam… Anlatılacak o kadar şey var ki
10 Kasım 1953’de Atamızın naaşının Etnoğrafya Müzesinden Anıt Kabir’e nakil törenini radyodan okulda dinlemiştik. Öğretmenlerimizin hıçkırıkları anlatıcının sesine karışıyordu. Unutulacak şey değildi.
Ortaokulda arkadaşlarım basket maçı yapacaklar, bende özendim sahaya girdim. Al bakalım at dediler topu potaya atmamla, topun çemberden geçmesini zevkle izlerken, ne olduğunu anlamadan top kafama gelmiş ve nakavt vaziyette bayılmışım, uyandığımda sınıfın birinde sıra üstünde yatıyorum.
Fizikçi Nilüfer hocamızın bize çok emeği geçti, Çok da korkardım kendisinden üniversite birinci sınıftaki FKB de onun sayesinde Fizikten hiç zorlanmadım. Nilüfer hocanın bir yazılı sınavında belirli bir derinliğe konmuş geometrik küpte oluşan basınç ile ilgili soru vardı. Ben yine ne anladıysam geometrik küp yerine turşu küpü çizmişim, gerisini var siz anlayın ne olduğunu
Arkadaşlarımdan rahmetli Güven Zeren, Yüksel Tan, Mustafa Adıgüzel, Hasan Koçak, Eyüp Bağcı, Mehmet Seyen, Ahmet Cengiz Yıldızcı, Tuncay Özer, Mehmet Utku ile güzel anılar biriktirdik.
…
Babamın arkadaşlarından Sırrı Sözer, Mehmet Gülcan, Nuri Akay, Fizik hocamız Nilüfer Dural, Edebiyatçı Melik Bey, Tarihçi Haydar Bey (Heredot derdik) ve daha niceleri abide şahsiyetlerdi, bahsetmeden geçemem. Ölenlere rahmet diliyorum.
Karaman’ım yaşantımda yüzük taşı gibiydi… Geceleri düşlerimi süslerken, gündüzleri rüya gibi…
Yorumlar
Yorum Gönder