Nadide Candan


NADİDE CANDAN (ÖZER)

1945 yılında Karaman'da doğdu. İlkokulu Karaman Gazi Mustafa Kemal İlkokulunda, ortaokulu Karaman Cumhuriyet Ortaokulunda, liseyi Karaman Lisesinde okudu. Üniversite eğitimini İstanbul Cerrahpaşa Tıp Fakültesinde 1969 yılında tamamladı. 1969-1971 yılları arası Sosyal Sigortalar Kurumu Karaman İstasyonunda çalıştı. 1971-1974 yılları arasında, Ankara Hastanesinde göz ihtisası eğitimini tamamladı. 1973 yılında Prof. Dr. İsfendiyar Candan'la evlendi ve eşiyle beraber Ankara Mithatpaşa Caddesindeki muayenehanesinde uzun yıllar çalıştı. Çağatay Candan, Rukiye Çağrı Ertürk, Vakur Ertürk’ün annesi ve Irmak Ertürk'ün anneannesidir.   

Benim Güzel Yolculuğum

Nadide Candan (Özer)

Erken gelmekte olan 1945 yılı kış mevsiminin Ekim ayı başlarında, iki erkek evlattan sonra anne Rukiye Özer (ev hanımı) ve baba İbrahim Özer’in (esnaf) askerlikten önce yaptırdığını her fırsatta anlattığı iki katlı, arkasında hayat dediğimiz küçük bahçe ve içinde dev gibi bir dut ağacı olan cumbalı ahşap evde, kız olması dileğiyle beklenen üçüncü evlat olarak kucaklandım. 

O yıllara ait hayal meyal hatırladıklarım, evdeki bayram telaşları, bayramlıklar, uzun kış gecelerinde Emin amcanın anlattığı nefes almadan dinlediğim bugünkü TV dizilerini aratmayan upuzun masallar (Arzu ile Kamber, Yusuf ile Züleyha, Leyla ile Mecnun, Aslı ile Kerem) kolunu çevirdiğim gramofon, fincan oyunları, kaybedenlerin arabaşı ve pişmaniye ziyafetleri… 

Sık sık gittiğim dedemlerin evinde (Hacı Halil Gümüş) sevdiğim yemekleri yapan anneannem (Naciye Gümüş). Öptüğü zaman sakalları yüzüme batan dedem, parkın karşısındaki mağazasına gittiğimde hassas terazisi (küçük iki kefeli kuyumcu terazisi) ile oynamama bile kızmayan, bir yanak karşılığında koluma bilezik, saçıma tafta kurdele kesilen, daima yanında bulundurduğu kuru yemişleri cebime dolduran, avucuma kocaman gümüş 1 lirayı sıkıştıran (babam ortası delikli 100 para ve sarı 25 kuruş verirdi), o masmavi gözlü, köstek saatli adam. Tam da ilkokula hazırlanırken, 1952 yılı yaz ortasında yokluğu ile içimi kavuran, pek anlam veremediğim ölümü… 

Eylül ayı. İlkokula başlama heyecanı ve inceden korkusu. Gazi Mustafa Kemal İlkokulu. Okul evimize çok yakın. Siyah önlük, beyaz yaka ve tahta çantam çoktan hazır ve her zaman sevgi ve saygıyla hatırladığım Mahmure öğretmenim.  Çocuğa çocuk gibi davranan (otorite gibi değil), sevgi vermeyi bilen genç bir öğretmen. Henüz okul disiplininin farkında olmadığım ilk günlerde tenefüste eve gidip 1-2 ders sonra sınıfa döndüğümde niçin gittiğimi merakla soran, asla kızmayan, bağırmayan, kulak çekmeyen öğretmenim. “Bebeğimle oynamak için” cevabını alınca “getir bebeğini, birlikte oynayalım” diyebilen kucağına oturtup kıvırcık saçlarımı tarayan, okulu benim için ikinci yuvam yapan canım öğretmenim. Oldukça uzun okuma yolculuğumda, okulu sevdiren, kararlarını kendisi verebilen birey olma duygusuyla tanıştıran ikinci annem.  Aslında bu yıllar (ilk ve ortaokul) bir insanın yetişmesi, tam donanımlı şekilde gelişmesi, 1-2 yabancı dil öğrenebilmesi, yetenek ve kabiliyetlerinin değerlendirilmesi için temellerin atıldığı dönem. Ailem sevgileri büyük, koruyup kollayan ama çocuklara çok da vakit ayıramayan fazla da bir şey beklemeyen, sırtıma yük de yüklemeyen samimi insanlar. Ayrıca Karaman'da Fransız, İngiliz, İtalyan eğitim merkezleri, koca koca spor, tiyatro, sanat, müzik salonları vardı da gitmedik mi? İşte bu yüzden bizler kutup yıldızlarına bakarak yönümüzü bulduk.

Ortaokul ve lise yıllarım çok renkli ve kendine özgü bolca anlatılacak hikayeleri olan bir dönem (bunları sınıf arkadaşlarım anlatacaktır). Benim ayrıca bir sömestrlik görgü ve tecrübeme çok şey katan Adana Lisesi serüvenim. Ve mezuniyet. Liseden sonra üniversite (tıp fakültesi). Kendi seçimimle, kendimi ortaya koyduğum, ailemin de hayır demediği İstanbul'da geçecek altı yıl. O yıllarda Karaman’da pek de rastlanmayan bir durum. Özellikle kızlarının hayatlarını ve geleceklerini aileler belirlerdi. Dükkan komşusu babama “ne yapıyorsun kız kısmı İstanbul'a okumaya mı gider?” dediğinde babamın “çok arzu ediyor, benim kızım askere bile gider” cevabı. Bana güvenen hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan aileme minnettarım. Nur içinde yatsınlar. 

İstanbul yolculuğu… İlkokuldan itibaren arkadaşım sevgili Necla Erbiş'le birlikte babacığımın götürdüğü Sirkeci'de bir otel. Benim tıbba, Necla'nın hukuka kayıt işlemleri. Merkez binaya çok yakın, Güneş Kız Talebe Yurdu. Özel bir yurt. Birinci sınıf FKB dersleri (fizik, kimya, biyoloji) fen talebesi olarak zor gelmiyor. Yılın sonunda güle oynaya tatil için dönüş, güzel bir yaz sonu. Her şey yolunda, dönüş hazırlıkları başlıyor. Ekim başı heyhat! O büyük Karaman Çarşısı yangını. İki dükkân (Sümer manifatura ve hazır elbise mağazası) ve bir otel (Sümer Oteli) tamamen kül. O yıllarda FKB okuyanlar isterlerse bu derslerin öğretmeni olabiliyorlardı. Başımıza gelen maddi manevi bu çöküşten sonra okula devam etmemeye direnirken bir mucize. İş Bankasından bir çağrı. Dükkanlardan biri sigortalı (kredi alındığında banka sigortalamış) ve epeyce bir ödeme yapıyorlar. Tabii İstanbul'a dönüş, Çemberlitaş Kız Talebe Yurdu.  İkinci sınıf (doktora yılı) oldukça zor bir sene. Sonra üçüncü sınıf. Sonra dördüncü sınıf ve o büyük yangından dolayı bize çok da üzülmüş gibi görünmeyen babamın ani bir kalp krizi ile ölümü. İki yıl sonra babamın göremediği mezuniyetim ve Karaman'a dönüş. 

Yıl 1969. Ne hikmetse yine ekim ayı ve Karaman SSK sağlık istasyonunda iki yıl kadar sürecek ilk meslek hayatım başlıyor. Gülümseyerek hatırladığım çeşitli mesleki ve hayati anılar biriktirdiğim, dopdolu iki yıl. Sonra ihtisas imtihanı (göz) ve Ankara yolculuğu. Benim için tekrar öğrenciliğe dönüş. Ceviz kadar bir organın, ne kadar da çok öğrenilecek nazari ve tatbiki bölümleri varmış. Aradan geçen iki yıl ve Doçent Doktor İsfendiyar Candan’la karşılaşma. Amerika'dan kardiyoloji yaparak döndüğü günler. Amerika hikayelerini dinlerken (askerlik hatıraları gibi) başlayan arkadaşlık ve üç ay sonra evlilik. Bana yepyeni kapılar açan, hayatıma değer katan, dünyaya başka türlü bakmayı öğreten, bir arkadaşının (Dr. Gürbüz Erdoğan) dediği gibi gücenmeyen, gücendirmeyen eşim, hocam, can yoldaşımla tam 43 yıl. 

İki güzel evlat. Oğlum Çağatay Candan, kızım Rukiye Çağrı Ertürk. Şu anda 12 yaşında olan bir torun, Irmak Ertürk. Ve onun babası ikinci oğlum Vakur Ertürk. Anneannelik harika bir şeymiş. O küçük kızın büyüdüğünü, hayata nasıl bağlandığını görmek, okul maceralarını dinlemek çok heyecan verici. İstanbul'u çok sevdiğim halde ona yakın olabilmek için Ankara'da yaşamaya mecbur kalıyorum. 

Burada hikayemi bağlarken, bana bu fırsatı veren akrabam, sevgili arkadaşım Rıfkı Boynukalın'a ve beni yazmaya yüreklendiren can dost Sami Ölçer'e teşekkürlerimle.


Yorumlar