Zeki Eryılmaz


KARAMAN SEVGİSİ

Ben, Aladağlı Mustafa Çavuş’un ve Bucakkışlalı Ömer Kahya’nın torunu, Bakkal Hüseyin Eryılmaz’ın oğlu Dr. Zeki Eryılmaz.

5 Ağustos 1942 yılında Karaman’da doğdum. İlk, orta ve lise tahsilimi Karaman’da tamamladıktan sonra 1961 yılında Ankara Üniversitesi Tıp fakültesini kazandım. 1967 yılında mezun oldum. 28 Temmuz 1967 tarihinde kura çekip mecburi hizmet yapmak üzere sosyalizasyonun ilk uygulanma yerlerinden Van ili Başkale ilçesi sağlık ocağı tabipliği ilk görev yerimdi. Başkale, 2500 metre yükseklikte Türkiye’nin en yüksek ve dünyada ikinci yüksek yerleşim yeri olup, kışları sıcaklık eksi 25-30 derecelere kadar düşer.  Tükürünce tükürük yere buz tanesi şeklinde düşerdi; fakat havası kuru ve çok sağlamdı. Lojmanda kalırdım, soba yakmadan yattığım olurdu, bir ay Van Birinci Sağlık Ocağı’nda, bir ay Erciş Sağlık Ocağı’nda, 3 ay ise Başkale Sağlık Ocağı’nda çalıştıktan sonra kışın geri kalan kısmını İzmir’de geçirmek düşüncesi ile askerlik kararı aldırıp 3 aylığına eğitim tamamlamak üzere İzmir’e gittim. İzmir’in havası rutubetli olduğundan sıfır derecede eğitimde ellerimiz silah kabzasına yapışacak şekilde üşüyüp, isyan edip eldiven istemiştik. Yani Başkale’de üşümediğim kadar İzmir’de üşüdüm. Sonrasında, Edirne’nin Süloğlu kazasında zırhlı süvari alay tabibi olarak vatani görevimi tamamladım (1968-69). Sonrasında Konya’nın Hadim ilçesi ve İçel’in Mut ilçesinde hükümet tabibi olarak çalıştım (1970-75). Karaman’a yakın yerlerde çalışmayı tercih ettim. 1975 yılında S.B. Ankara Eğitim ve Araştırma Hastanesi Radyoloji Bölümü’nde ihtisasa başladım ve 1979 yılında radyoloji uzmanı oldum. Niyetim, Konya, Karaman ve Mersin illerinden birinde (kadrosu boş olan) radyoloji uzmanı olarak çalışmaktı. Ankara Eğitim Hastanesi Baş Hekimi, hemşerimiz rahmetli Dr. Tayyar Çavuşoğlu beni bırakmadı, Ankara’ da kalmaya ikna etti ve klinikte Baş Asistan olarak çalışmaya devam ettim. Daha sonra beş seneliğine Çankaya Özel Hastanesi’nde çalıştım. 1986 yılında şef yardımcılığı sınavına girerek tekrar Ankara Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde Şef Yardımcısı olarak göreve başladım. Şef Yardımcısı, Şef ve Başhekim Yardımcısı olarak 2004 yılına kadar bu hastanede görev yaptım. Hemşerilerime burada da yardımcı olmaya çalıştım ve 2004 yılında emekli oldum. 1970 yılında Hadim’de evlendim, iki erkek bir kız olmak üzere üç evladım oldu. Üçü de evli, en büyüğü bu sene üniversiteye başlayan en küçüğü 3 yaşında 5 torunum var. 

Her insan doğduğu büyüdüğü memleketini sever. Benim Karaman sevgim fanatiklik düzeyinde, ama sadece benim değil tanıdığım çevremdeki bütün Karamanlılar aynı şekilde fanatik Karaman sevgisi taşımaktadır. Nedenlerin en başında Karaman terbiyesi, adetlerimiz, ananeler, gelenek ve göreneklerimiz gelmektedir. Ayrıca Karaman, Türklüğün ve Türkçe dilinin merkezi olan önemli bir kültür kentimizdir. Karamanoğlu Mehmet Bey, Mevlâna, Yunus Emre, Piri Reis ve Mustafa Kemal Atatürk gibi ecdadı yadigâr Türk büyüklerinin Karamanlı olması bile biz Karamanlılar için bir onur ve Karaman’ı sevmek için yeterli sebeptir. Ben 18 yaşımda üniversite tahsilim için Karaman’dan ayrıldım. Yaz tatillerinde Karaman’a gelince Devlet Hastanesi’nde bilgi ve tıbbi tecrübemi arttırmak için rahmetli iyi insan ve çok iyi bir operatör olan Op. Dr. Saim Çetin’in yanında sınıf arkadaşlarım olan Lütfi Koçak Celalettin Özer ve Abidin Gülsay ile birlikte gönüllü staj yapardım. Çocukluğumda gördüğüm ve yaşadığım Karaman’da büyüklere saygı ve küçüklere sevgi vardı. Kimin çocuğu olduğu fark etmeksizin yanlış davranışları olanlara büyüklerin müdahale etme hakkı vardı. Hırsızlık, ahlaksızlık ve saygısızlık çok azdı; benim esnaf çocuğu olmamdan dolayı daha iyi gözlemleme şansım oldu. Rahmetli babam ve esnaf komşular, camiye gidince dükkân kapılarını kilitlemez, kapı önüne sandalyeyi ters çevirip giderlerdi. Esnaflar arasında ahilik terbiye ve adabı vardı. Fakirlik vardı ama aç olan yoktu. İnsanlar arasında güven ve yardımlaşma vardı. Karaman insanları aşırı dindar, tutucu ve yobaz değillerdi. Mütedeyyin Anadolu inanç sistemi ağırlıklı din anlayışı hakimdi. Kadınlar entari, şalvar, manto giyer ve başörtüsü takarlardı. Erkekler pantolon ve ceket ağırlıklı giyinirlerdi. Fes, sarık ve çarşaf giyen yoktu. Çocukluk anılarım arasında büyük annemin mantosu ile çıktığını, büyük babam ve babamın fötr şapka giydiklerini hatırlarım. Rahmetli büyük babam Mustafa Çavuş 1900 doğumludur. Büyük Taarruz Savaşı’na katılan, 9 Eylül’de İzmir’e giren ve İstanbul’un ikinci alınışında, İstanbul’a ilk giren birlikler içindeki askerlerdenmiş. 1927 yıllarında Aladağ Kızılca köyünden Karaman’a göç etmiş ve Karaman’a gelmeden önce kendi köyünde muhtarlık yapmış. Atatürk’ün harf devrimi uygulaması ve okuma yazma kursu ilk defa onun muhtar odasında başlamış. Hadim’de Hükümet tabibi olarak görev yaptığım 1970 senesinde tanıştığım özel idare memurluğundan emekli rahmetli Ali Rıza Dayı, okuma yazma kursunu veren kişiymiş. Bunu da bizzat kendisinden Hadim’deyken dinlemiştim. Ben Hadim’deyken evlendim; jest olarak, kız istemeye de rahmetli büyük babamı temsilen dünür başı olarak Ali Rıza dayı bizimle birlikte gelmişti. 

Bizlere Karaman’ı ve Karamanlı olmayı fanatiklik derecesinde sevdiren yukarıdan anlattıklarımdan başka özellikleri de var tabii. Ankara’dan her seferinde Karaman’a tatile gelirken, otobüs kasabayı geçip Karaman görününce duygulanır ağlardım. Tıp fakültesinden 1967 yılında mezun olur olmaz askerlik görevi için İzmir’e gidince, beş devre arkadaşı olarak İzmir ve çevresini gezerken Ayvalık’a da uğrama şansı elde etmiştim. Ayvalık’ı görünce doğasına, denizine, manzarasına ve iklimine hayran kaldım.  Ağzımdan şu sözler döküldü: “Karamanlı olmasaydım Ayvalık’a yerleşirdim” (Karaman sevgisinin şiddetine bakın). Yanımdaki arkadaşlarım da güldüler. 

İnsanın hayatında dönüm noktaları vardır. İlkokulu Karaman Gazi Okulu’nda okudum; ortaokula rahmetli annemin teşvik ve mücadelesi sonucu kayıt oldum. Zira büyükler ortaokula gitmeme gönülsüzdü; onlar zanaatkâr olmamı isterdi. İlk sene sınıfta kaldım. Çok üzüldüm ve tabii ki annemi de mahcup ettim. Ama her şerde bir hayır vardır söylemi doğru çıktı; çünkü o sene sınıfta kalmamış olsaydım, ortaokulu bitirince o zamanlar Karaman’da lise olmadığından dolayı Konya Lisesine ekonomik nedenlerden dolayı gidemeyecektim. Ortaokuldan mezun olduğum sene, Karaman’da Karaman Lisesi açıldı ve böylece ben de eğitimime devam edebildim. Bizim dönemde çok değerli öğretmenlerimiz vardı. (Müdür Zeki Yılmaz, Nilüfer Dural ve Melik Güzeland ve isimlerini hatırlayamadığım birçok değerli hocamı rahmetle ve minnetle anıyorum) Nilüfer Dural hocam ortaokul ve lisede toplam 6 yıl fizik, kimya ve tabiat bilgisi derslerimizi verdi. Sınıf arkadaşlarım Kadir Erdemir ve Abidin Gülsay ile birlikte onun öğrettikleri ile Tıp Fakültesi’nin ilk senesindeki Fizik-Kimya-Biyoloji derslerini takılmadan geçebildik. Nilüfer hoca çok değerli, prensipli, disiplinli ve mesleğinin hakkını veren ve öğrencisinden de karşılığını isteyen bir hocamızdı. Karşılığını alamazsa cezası sadece not düşürmekle kalmaz fiziksel cezaları da olurdu. O senelerde Nilüfer Hocamızın derslerinin büyük bir kısmı laboratuvarda deneyler yaparak geçerdi. Nilüfer hoca sık sık ev ödevleri verirdi (Yaprak koleksiyonu, çiçek koleksiyonu, böcek koleksiyonu gibi). Yaşadığım bir anımı paylaşayım: Nilüfer hoca bir ay önceden böcek koleksiyonu yapma ev ödevi verdi. Sınıf arkadaşım Osman Nuri Aktaş ile birlikte bütün böcekleri tamamlamıştık ama bir tek akrep eksik kalmıştı. Mezarlığa akrep aramaya gittik, taşlar arasından ben bir akrep yakaladım ama Osman’a bulamadık. Ertesi gün ödevi teslim edeceğiz ama tabii koleksiyonda akrep eksikliğinden dolayı Osman’ın canı çok sıkkındı. Zira hocanın azabı büyük olacaktı. Ertesi gün okula geldik ve bir baktım ki Osman rahattı, akrebi bulmuş. Osman nasıl buldun diye sorunca: “Sorma arkadaş, akşam huzursuz yattım ama gece acı içinde feryat figan uyandım, bir baktım ki akrep bacağımdan sokmuş. Lambayı yakınca akrebi yatakta gördüm ve akrebin acısını falan unutup akrebi yakalayıp ispirtoya attım. Sabaha kadar çok rahat ve huzurlu bir şekilde uyudum. Zira Nilüfer hocamızın azabı akrep sokmasından daha kuvvetli olurdu” diye anlattı. Toprak damlı evlerde akrebe rastlanıldığı olurdu. Bu anıyı Üniversite yıllarında Ankara’da Nilüfer hocaya anlatmıştım. Nilüfer hoca o senelerde Kıbrıs’tan Ankara’ya tayin olmuştu. Az gülen hoca bu anımıza kahkahalarla gülmüştü. 

Karaman Lisesi son sınıf fen bölümünde toplam 14 kişiydik. Üç kişi Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni, bir kişi İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni, iki kişi Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi’ni ve iki kişi de Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi’ni kazandı. Diğer arkadaşlarımızdan bazıları da fen dersleri öğretmeni oldular. 

Tıp fakültesi birinci sınıf ikinci döneminde, kemik anatomisi dersi için gereken kemik atlası ve kitapları alacak paramız yoktu. Ne yapacağız diye düşünürken büyük sınıflardaki ağabeylerimiz, mezar söküp iskelet kemiklerini çıkarıp onların üzerinde çalışabileceğimizi salık verdiler. Biz de Abidin Gülsay ile birlikte şubat tatilinde Karaman’a gelince, eski mezarlardan kemik çıkarmak üzere mezarlığa gittik. Osman Nuri Aktaş da bize yardımcı olmak için gelmişti. Tam arife günü mezarlığa gittiğimiz için, mezarlık çok kalabalıktı, elimizde kazma kürek mezar açamazdık. Zira linç edilirdik. O anda aklıma, çocukluğumda Kazalpa Mahallesi’nde (gerçek adı Gazi Alp Mahallesi) gayrimüslim bir vatandaşın Hamza Zindanı Mevkii Boklubent (BB plajı) deresi kenarında gavur mezarlığı denen yere defnedildiği geldi. Hemen gittik ve mezarlığı bulduk ve kazdık. Şansımıza mezarda üst üste iki mezar çıktı; zira zaten iki kişiydik ve bize iki tane kafatası lazımdı. Diğer kemiklerden zaten ikişer tane olduğu için çok şanslıydık. Kemikleri çıkarıp torbalara doldurduk, o sırada yanımıza bir vatandaş geldi “ne yapıyorsunuz burada?” diye sorunca ben de “define arıyoruz” dedim. (Çünkü zaten Hamza Zindanı mevkiinde daha önceden define arayanlar olduğunu duymuştuk). “Buldunuz mu?” dedi, ben de “bak çuvalın içinde” dedim. Adam çuvalı açtı, kafataslarını ve insan iskeletini görünce “Anaaa” nidasıyla korkup uzaklaştı. İskeleti bahçedeki eve getirdim, temizledim, kaynatıp kireç kaymağı ile dezenfekte ettikten sonra Ankara’ya götürdüm. Birçok insan gibi ölüden ben de korkardım, bu nedenle tıbbiyeye gitmekte tereddüdüm vardı. Aslında Veteriner Fakültesi’ni de kazanmıştım. Rahmetli Dayılarım Muammer ve Sami Tekin ikisi de veteriner hekimdi. Onlara danıştım; Tıp Fakültesi mi Veteriner Fakültesine mi gideyim diye. Cevap olarak “hepimiz hayvan doktoru mu olacağız, sen de insan doktoru ol” dediler. (Dayılarım, Karaman’ın ilk üniversite mezunlarındandı.) İş başa düşüp mecbur kalınca, görüldüğü gibi korku falan kalmıyor. Bu olay bir tıp mensubu olarak ilk deneyimimdi. Sonra ne ölüler, ölümler ve hastalıklar gördüm. İnsanoğlu mecbur kalınca, alışıyor ve kanıksıyor. Biz o kemikler üzerinde çalıştık, öğrendik ve kemikleri bizden sonra gelen anatomi atlası alamayan alt sınıftaki öğrenci arkadaşlarımıza verdik. Hem biz hem de mevta sevap kazandı. 

Yine Karamanlı olmamla gurur duyduğum başka bir anım: 2015 yılında, davetli olarak bir grup arkadaşımızla Bulgaristan gezisine gittik. Bizi davet eden grup içinde bir de Türk kökenli Bulgar vatandaşı vardı. Adı Necdet. Çok güzel Türkçe konuşuyor ve bize tercümanlık yapıyordu. Bizleri karşıladılar ağırladılar. “Nerelisin Necdet?” diye sordum. “Karamanlıyım” diye cevap verince grubu topladım “işte Karaman sevgisi ve Karamanlı olmak” budur diye gururlandım. Necdet bizi grup olarak köyüne götürdü, hali vakti çok iyiydi. Bizleri çok güzel ağırladı. Kendimi Karaman’da hissettim. Köyün evleri, yaşantısı ve insanlarının Karaman şivesi ile konuşmaları beni çok duygulandırdı. İnsanları hiç yabancı gelmedi. Necdet’le sohbetimizde, Bulgaristan’da yüz bin civarında Karaman asıllı Bulgar Türkü olduğunu öğrendim. Yıllar önce Osmanlı İmparatorluğu Fatih Sultan Mehmet döneminde, Karamanlı atalarımızı hem Karamanoğulları devletini zayıf düşürmek hem de Balkanları Türkleştirmek için buralara dağıtmışlar. Çok sıkıntılı günler yaşadıklarını buna rağmen Türklüklerinden, inançlarından, gelenek ve göreneklerinden vazgeçmediklerini, Bulgarlarla hiç karışmadıklarını ve bu günlere geldiklerini, tam da Karaman Türkçesi ile anlattı. Karamanlı olmak anlatılmaz yaşanır. Onca zorlukları aşıp sabredip, mücadele sonu şimdi daha rahat yaşantı ve özgürlüğe sahip olduklarını söyledi.


Yorumlar